Başlangıç
notu: Aşağıdaki yazının gerçek kişi ve olaylarla hiçbir ilgisi
yoktur. Şayet olaylarda bazı benzerlikler görülürse, bunlar tamamen hemen
hepimizin başına bir zaman ve yerde gelmiş olmasındandır. Ama içinizden “yahu
benim bu diyen” varsa… Mümkündür…
fotoğraf : Tolga Şenergüç
Siz hiçbir başkasının yarasına kabuk/yara bandı oldunuz mu?
Bir zaman ve yerde… Belki…
Bu bir önceki ilişkiye ya da mevcut ilişkiye kabuk/yara bandı
olma durumu ilginçtir.
Yara iyileştikten sonra yara bandı misali bi kenara atılmayı
da -tercihen çöpe- kabullenmektir çoğu zaman. Kim yaranın kabuğuna kafa yorar ki?
Bir de daha kötüsü yara sahibinin size borçlandığını düşünmesidir ki, kimse
alacaklısını sevmez. Hazırdan da olmak vardır işin ucunda yani.
Misyonunu tamamladıktan sonra defolup gitmeyi göze alabilecek
kadar değersiz hissetmektir kendini.
Kabuk olayım derken kendinde derin yaralar açmaya neden olan
bir durumdur.
Kaşınmaktır. Bir nevi karşılıksız bir çekle zengin olma
hayalleri kurmaktır.
Kim gelip bana sevgilim/ eşim, eski sevgilisinden bahsediyor
dese… Kaç kaç kaç… Derim. Kaçanın anası ağlamaz derim.
Çünkü yara kabuğunu sevmez aynasını kapadığı için... Çünkü kimse alacaklısını sevmez.
O yaraya kabuk olmayı kabullenen; bilir mi ki acaba, o kabuk
bir gün düşecek… Yara, tek kişilik bir kabuki gösterisidir. Yara, kabuk bağlar.
Kabuk tencere misali yuvarlanıp yarasını bulmaz. Kabuk özünde yaradır, yaraya
dışsal değildir.
Bir yaraya kabuk olmayı kabullenmek yeni hissiyatın yerine,
eldeki bildiğim duygusunun peşinden koşma sebebidir. Ruhu her an yere düşüp
başka bir şeye başka bir hikâyeye karışacak bir kabuğun üzerinde ikamet etmeye
zorlamak, savaşmaya gidilen değirmenin pervanesini okşamaya kalkışmaktır. Bir
gözü kör diğeriyse hep ağlar sevme cesaretinin belirtisidir bir yaraya kabuk
olmayı kabullenmek.
Ya çok çaresizsinizdir, ya da düşmeyeceğinize inanacak kadar
özgüven sahibi…
Her iki hâlükârda da sonsuz saygı duyabileceğim kimselerin
kalkışabileceği edimdir bu…
Bende ırak… Yaraya yakın…
Bilmem içinizde içindeki fırtınaları dışındaki kabukla örtmeye
çalışmayan birisi var mıdır? Bu kabuğun kalınlığını belirleyen şey nedir? Dışarıdan
gelen şiddet mi? Yoksa içimizdekinin dışarıdan görülme korkusu mu? Elmanın
kabuğu mu, cevizin kabuğu mu olmalı dışımızdaki? Yılmaz Erdoğan şöyle diyor:
“soyulunca anlaşılıyor asıl portakalın mucizesi"
İçimizdeki mucizeden utanıyor muyuz? Korkuyor muyuz?
İçimizi korumak için tabii ki bir kabuğa ihtiyacımız var,
ancak bu kabuğun amacı korumaktan çok saklamaksa o zaman saklanmaya çalışanın
iyi bi şey olamayacağı baştan belli değil midir?
Demem o ki; genellemeleri sevmem ama yine de eninde sonunda
farkedersiniz gibi geliyor bir yaraya kabuk olduğunuzu.
Gün gelir o kabuk size kapak olur.
Sizde elinizde kırık bir kalp, kabuk tutmamış bir yarayla
fellik fellik kabuk aramaya başlarsınız.
Buna da yaşamın döngüsü dersiniz, kuyruğunu ısıran itler gibi
döner durursunuz kendi etrafınızda.
Oysa her yara kendi kabuğuna aittir. Başka kabuklar, yarayı
kapatmaz, ancak örter. Yara orijinal ve baki kalır, iyileşmez. Bir yaraya kabuk
olmayı kabullenmek nafile çabadır, yara sahibi gerçeği bilirken kendini aptal
yerine koymaktır.
Küçük İskender’in dediği gibi
“...
Kartpostallardan tanıdığın bir şehri düşünmek gibi
Bir yaraya kabuk olmayı kabullenmek gibi
Eksik, yarım, farkına varmaktan kaçınılan”
Bitiş
Notu: Sizinle bir alakası yok değil mi?