26 Eylül 2014 Cuma

YARANIN KABUĞU.

Başlangıç notu: Aşağıdaki yazının gerçek kişi ve olaylarla hiçbir ilgisi yoktur. Şayet olaylarda bazı benzerlikler görülürse, bunlar tamamen hemen hepimizin başına bir zaman ve yerde gelmiş olmasındandır. Ama içinizden “yahu benim bu diyen” varsa… Mümkündür…


fotoğraf : Tolga Şenergüç

Yazı öyle derinliği olan bir yazı filanda değildir… Dünyevi dertlere,  dünyevi bakış açısıdır. Okunması kolay dâhil olunması basittir.

Siz hiçbir başkasının yarasına kabuk/yara bandı oldunuz mu?

Bir zaman ve yerde… Belki…

Bu bir önceki ilişkiye ya da mevcut ilişkiye kabuk/yara bandı olma durumu ilginçtir.
Yara iyileştikten sonra yara bandı misali bi kenara atılmayı da -tercihen çöpe- kabullenmektir çoğu zaman. Kim yaranın kabuğuna kafa yorar ki? Bir de daha kötüsü yara sahibinin size borçlandığını düşünmesidir ki, kimse alacaklısını sevmez. Hazırdan da olmak vardır işin ucunda yani.

Misyonunu tamamladıktan sonra defolup gitmeyi göze alabilecek kadar değersiz hissetmektir kendini.

Kabuk olayım derken kendinde derin yaralar açmaya neden olan bir durumdur.

Kaşınmaktır. Bir nevi karşılıksız bir çekle zengin olma hayalleri kurmaktır.

Kim gelip bana sevgilim/ eşim, eski sevgilisinden bahsediyor dese… Kaç kaç kaç… Derim. Kaçanın anası ağlamaz derim.

Çünkü yara kabuğunu sevmez aynasını kapadığı için... Çünkü kimse alacaklısını sevmez.

O yaraya kabuk olmayı kabullenen; bilir mi ki acaba, o kabuk bir gün düşecek… Yara, tek kişilik bir kabuki gösterisidir. Yara, kabuk bağlar. Kabuk tencere misali yuvarlanıp yarasını bulmaz. Kabuk özünde yaradır, yaraya dışsal değildir.

Bir yaraya kabuk olmayı kabullenmek yeni hissiyatın yerine, eldeki bildiğim duygusunun peşinden koşma sebebidir. Ruhu her an yere düşüp başka bir şeye başka bir hikâyeye karışacak bir kabuğun üzerinde ikamet etmeye zorlamak, savaşmaya gidilen değirmenin pervanesini okşamaya kalkışmaktır. Bir gözü kör diğeriyse hep ağlar sevme cesaretinin belirtisidir bir yaraya kabuk olmayı kabullenmek.

Ya çok çaresizsinizdir, ya da düşmeyeceğinize inanacak kadar özgüven sahibi…

Her iki hâlükârda da sonsuz saygı duyabileceğim kimselerin kalkışabileceği edimdir bu…

Bende ırak… Yaraya yakın…

Bilmem içinizde içindeki fırtınaları dışındaki kabukla örtmeye çalışmayan birisi var mıdır? Bu kabuğun kalınlığını belirleyen şey nedir? Dışarıdan gelen şiddet mi? Yoksa içimizdekinin dışarıdan görülme korkusu mu? Elmanın kabuğu mu, cevizin kabuğu mu olmalı dışımızdaki? Yılmaz Erdoğan şöyle diyor:

“soyulunca anlaşılıyor asıl portakalın mucizesi"

İçimizdeki mucizeden utanıyor muyuz? Korkuyor muyuz?

İçimizi korumak için tabii ki bir kabuğa ihtiyacımız var, ancak bu kabuğun amacı korumaktan çok saklamaksa o zaman saklanmaya çalışanın iyi bi şey olamayacağı baştan belli değil midir?

Demem o ki; genellemeleri sevmem ama yine de eninde sonunda farkedersiniz gibi geliyor bir yaraya kabuk olduğunuzu.

Gün gelir o kabuk size kapak olur.

Sizde elinizde kırık bir kalp, kabuk tutmamış bir yarayla fellik fellik kabuk aramaya başlarsınız.

Buna da yaşamın döngüsü dersiniz, kuyruğunu ısıran itler gibi döner durursunuz kendi etrafınızda.

Oysa her yara kendi kabuğuna aittir. Başka kabuklar, yarayı kapatmaz, ancak örter. Yara orijinal ve baki kalır, iyileşmez. Bir yaraya kabuk olmayı kabullenmek nafile çabadır, yara sahibi gerçeği bilirken kendini aptal yerine koymaktır.

Küçük İskender’in dediği gibi

“...
Kartpostallardan tanıdığın bir şehri düşünmek gibi
Bir yaraya kabuk olmayı kabullenmek gibi
Eksik, yarım, farkına varmaktan kaçınılan”

Bitiş Notu: Sizinle bir alakası yok değil mi?