Var olmak…
Tüm kiplerin, tüm zamanların, tüm kuralların ve en önemlisi beş duyuyla algılanan sınırlı realitenin, onun getirdiği sünepe deneyimlerin, korkak ve karmakarışık aklın, bilinci öküz sürüsü haline getiren kuralların ötesine çıkıldığında gerçekleşecek olan durum değil midir?
Fiziksel varoluş evrende ufacık bir yer kaplamaktır.
Oysa düşünsel varoluşta ise fındıkkabuğu kadar yer doldurmakta, evrenlere
sığmamakta kişinin elindedir. Descartes varoluşu “düşünmeye” bağlayarak iyi bir
şey mi yapmıştır yoksa bir sürü şeyi yok mu saymıştır bilemiyorum.
Ama bazen var olmak “hissetmek”tir.
Elimin hamuruyla felsefeye dil uzatacak kadar fütursuz değilim
elbette… Ama var olmak bu çağın en trajik çabasıdır. Yalnız kalamadığımız ve
hatta yalnızlıkla baş edemediğimiz bir yüzyılda bunca iletişim kanalına bunca
dayatmaya “olduğunuz” şey “olmak istediğiniz” şey midir meçhul…
Sartre’a göre ancak dayatılmış yaşantılardan kurtularak mümkün
olan durumdur.
Herhangi bir önermenin herhangi bir öznesi ya da herhangi bir
yüklemi olmak demek değil mi var olmak?
Yoksa ağır gelir mi bu?
Kuşkanadının çırpması kadarken ömür…
''bir şeyden yana isen sen belki varsındır.
bir şeye karşıysan sen gerçekten varsındır.'' der Özdemir Asaf.
Benim var olmaya dair hissettiğim ise tam olarak budur. O nedenle sorgularım herşeyi, herkesi... Ve o yüzden benim için kabullenmek zordur her söyleneni... O yüzdendir diretilmiş fikirlere, ezberletilen klişelere, ayrımlara, üstünlüklere, azlığa, çokluğa inanmamam.
Var olmanın felsefe kitabından aşırılıp ucuzlatılmış tarifi
insan için çok aşikârdır. Yaratılmışsın bir şekilde, kalbin atıyor falan. Nefes
de alıyorsun, e güzel. Yaşın ilerliyor, yıllar geçiyor, bir hayat yaşan’mış gibi
yapıyor. Oysa varım demek için nefes almak yetmiyor. Boşlukta bir yerin olsa da
bazen tamamlanamıyor varoluş. Öyle sapsız bağsız yuvarlanmakla yaşanmıyor
hayat. Kuru nefesini anlamlandıramıyorsan eğer dönmüyorsa çarkın. Bazen yarattığın
evlat tek cevabın oluyor varlığına. Yaşadım yarattım… Ama cevap bu olsa
herkesin istisnasız aynı hakkı olurdu yaşamda…
Yani…
Var olmanın kendisi bir dert. Kime, ne tarafa baksam var
olmakla ilgili çeşit çeşit sorunlarla boğuşuyor, eğer insansa dili de olmasından
mütevellit bundan yakınıyor. Var olmaktan pek memnun kimse de bulunmuyor, ille
bir şikâyeti ve yakınması var. Mahlûk olarak her şeyimiz tam olsa bile
tırnaklarımız niye uzuyor diye yakınabilecek kapasitede olduğumuz bir gerçek. Kalıplar
sadece yakınmamız için bir araç, biz var olmayı kabullenemiyoruz veya daha
doğrusu bize verilen varlık nimetini şükürsüzlük peşinde harcıyoruz. Kimimizin
diğerlerine nispetle daha haklı gerekçeleri var elbette; zira bazıları daha şanslı,
bazılarına nispetle. Adaletsizlik var elbette ama dışarıdan şanslı görünenin de
şikâyetleri eksik olmuyor ki?
Yani…
Var olmak başlı başına
bir şikâyet…
Var olmak ağır soru, ağır cevap… Ne zaman aklıma gelse şöyle
düşünüyorum…
Bir satranç tahtasında beyaz karelere yokluk, siyah karelere
varlık diyelim. Sonra bir de koyu, köpüklü bir kahve de olsun yanında; höpürdete
höpürdete içelim derim. Çünkü yaşamın bize en büyük eziyetidir. Var oluşun
anlamını sorgulatmak.
Düşünce var olmak Hak’tır der… Oysa yaşamda var olmak bir
tesadüftür belki de.
Dokunulmak, görülmek, duyulmak, anlaşılmak belki de var olmak.
Bir hayalin daha fazlası olmaktır.
Varlığımın kanıta ihtiyacı var mıdır bilmiyorum. Ama ben
sadece “yaşanmamış hayattan” korkarım… Çünkü o zaman “var olmamış” sayarım
kendimi…
Ancak kişisel varlığı sorgulamak açlığın, sefaletin,
hastalıkların kol gezdiği, her gün binlerce cinayetin işlendiği, din ve ırk
savaşlarına sürekli kurban verildiği günümüz için lüks bir düşüncedir belki de.
Ve yine kişisel varlığı sorgulamadan tüm bunların düzelmesi
mümkün değildir kanımca…
Hamiş; Kahve bitti haliyle…