21 Ekim 2015 Çarşamba

BIRAK SEN YAPMA, BAŞKASI YAPSIN...



Bırak sen yapma başkası yapsın... Sen neden bu kadar işi üstleniyorsun deyicilerim için bir yazı...

Son yazımın ardından (inatçılık üzerine olan) sevgili annem,  önce kendine bak uyarısı yapınca ben inatçı mıyım diye düşündüm…

EVET… BEN İNATÇIYIM…

Yani buna düşünmeden de cevap verirdim… Ben inatçıyım…
Ama sorun neden inatçıyım...

Bir şeyi yanlış bulduğumda damarlarımdaki Arnavut kanı daha hızlı akmaya başlıyor… Bu illaki başkasında olmak durumunda değil… Ben kendimle de inatlaşabiliyorum… Hatta zaten benim inadım çoğu kez kendime… Mesela biri bir şey dediğinde sırf inadımdan ona ters bir şey demeye inat etmem… Kör inatla başka fikri dinlemeden ben haklıyım demem ama “ben ne dersem doğrudur” diyen biri varsa o vakit benim de Arnavut damarım tutar…

Çocukluğumdan beri gereğinden fazla işin sorumluluğunu üstüne alıyorsun ve sürekli bu kadar çok sorumluluğu üstüne alma, bırak kardeşin yapsın, kocan yapsın, iş arkadaşın yapsın, birlikte aynı yola çıktığın insanlar yapsın deyip duruyorsunuz bana…

Hayır, demek yapmıyorsanız siz ben yapmak zorunda kalıyorum… diyesim geliyor…

Kardeş… “odanızı toplayın çocuklar” direktifine “nasılsa ablam toplar” içgüdüsü ile zaten benim görevim olarak bakmışken bana iki yol kalmıştır muhtemelen… Ya kendi payına düşeni yapsın diye kardeşle kavga edicem (ki hayatımda ki en çekilmez şey her konuda sonsuz haklı kardeşimle kavga etmektir) ya da toplayıp bitirecem… Benim tercihim hep ikincisinden yana olmuştur… Şimdi ki zamanda aramızdaki denklem elbette bu değildir. Ama değişmeyen tek şey onun her konudaki sonsuz haklılığıdır…

Ya da ne bileyim evlilikte… O yapsın diye bırakmayı denemişimdir bende, bıraktığım yerde kaldıysa yapılması gereken muhtemelen bir iki denemeden sonra kendim yapmışımdır… 2 gün arayla tüm evin rengini inadımdan (!) değiştirmişliğim vardır mesela… Öyle badanacı tutarak filan değil kendi başıma boyayarak… 1.50 boyunda, 50 kilo bir kadın insan bir günde bir evi boyayıp, 1.80 boyunda 100 kilo bir adam akşam gelip bu rengi beğenmedim dediyse demek ki kadın ertesi gün “İNADINDAN” evin rengini değiştirmiştir… Sonuç adam muhtemelen senin bu aşamada yaşadığın, üzüntü, gerginlik, kırgınlık ve hayal kırıklığının farkında değildir ve yorgunluk zaten söz konusu bile değildir. Sen kendi koca dötünle inatlaşmışsındır… Yani aslında sen “en iyisini ben yaparım” iddiası ile değil, sınırlı bütçe, yapılması gereken iş ve sınırlı zaman denklemi nedeniyle yapmışsındır işi… Aramızda ki bu “nasılsa Emine yapar” ilişkisi halen, boşanmamızın 11 yıl sonrasında bile sürmektedir mesela… Ve hala bu konuda bana akıl verip “yahu sen yapma bırak o yapsın diyenler vardır… Yahu arkadaş 16 sene beraberlik, evlilik, 11 yıl boşanmışlık ben ilk iki ayda işleri benim yapmam gerektiğini anladım etrafımdakiler hala “inatla” bırak o yapsın diyor sonra “Emine inatçı”… Gerçekten mi?

Hayır, birisi üstüne düşeni yaptı da elinden mi aldım, ben daha iyisini yaparım diye…

Ama şüphesiz doğru yöntem odanın kendi kısmını toplamak, evin badanasının erkek işi olduğunu düşünüp onun bunu yapacağı “gelmeyecek zamana” işi bırakmaktır… Sabrınız varsa tabii… Mesela bu çerçeveleri duvara ben takmayacağım deyip onları 6 ay duvara dayalı asılacağı yerde kocası assın diye bekleten bir arkadaşım vardı… Saygıyla öpüyor, kokluyor ve duvara resimler asılmadan boşandığı için kutluyorum…

Hayatım boyunca bir dayı, iki arkadaş ve bir sevgili dışında hiçbir yakın ilişki insanımla bu nasılsa onlar üstüne düşeni yapar ilişkisini kurabilmişliğim yoktur açıkçası… Onlar ise bana hayatımın konforudur… Annemi elbette burada saymıyorum çünkü anne insanın sonsuz şımardığı, onun için her şeyi yapabilen yerdir… Koca kadın oldum ve hatta babaanne oldum hala tüm toplu kaprislerimi ona yapmakta bir mahsur görmüyorum…

Yani inadımdan ya da başka bir tavrımdan şikâyet etme hakkını verdiğim tek kişidir kendisi…

Bunu yapacak başka birine her an “ hadi oradan sen önce kendi üstüne düşeni yap” diyebilecek bir durumda hayatım…
Ben biliyorum ki bu ve benzer durumda yaşayan birçok insan var yaşamda… Çoğu bunu inadından, alkışlanma derdiyle ya da “ben bir Süpermen’im” diye düşünerek yapmıyor… Sadece yaşamlarında bir kendi sorumluluğunu taşımayan taşıyor olduklarından bunu yapıyorlar…

Ve işin bitmesi gerekliliğine inanıyorlar… Ve her tez canlı insana ona iş yaptıran sonra da ben yapardım sen az bekleseydin diyen, sen kendin yapmak istedin diyen bir aklı evvel düşüyor…

Ya da ne bileyim siz it gibi çalışırken ortama bir prenses, çokopirenz edasıyla gelip sizin yaptığınız işin keyfini süren ve bir teşekkür bile etmeden esas kızı, esas oğlanı oynayanlar oluyor hayatınızda…

Yani hem işini, üstüne düşeni yapmayıp hem de ahkâm kesenler kadar hayattan silinmesi gereken bir şey yok benim âcizane hayatımda… Bunun bu derece elzem olma sebebi de zamanında çok beklemekten gelen sabırsızlığımdır olsa olsa…

İşte ben bu noktada inatçı ve huysuz oluyorum…

Hem de çok… Ölesiye filan… Yani o noktada eğer benimle uğraşırsanız garanti veririm ben sizi gömerim… Bir yol bulur illa gömerim… Geçmişime gömülü çok hamili kart yakınımdır var neticesinde… Hak etmediğimiz hiçbir şey başımıza gelmez neticesinde değil mi? Yani benim de bu gereksiz sorumlulukları yüklenip bir de eleştirmek durumu, tez canlılığımdan başıma gelen hak ettiğim bir şeydir.

Ben bu durumun sadece bana ait bir sorun olmadığını biliyorum elbette…
“Onlar bizim hayatta ki sınavımız”
“ Sabırlı olacaksın hayatım, bırakacaksın herkes kendi sorumluluğunu yerine getirecek”
“Aman sende bırak sende yarım kalsın, eksik olsun. Herkes nasıl yapıyor”…
Tarzı kişisel gelişimime yönelik, katkı ve uyarılar ise beni benden alıyor bu durumda tabii…
Olur canım… Ben düşünemiyorum tabii bunları… Haliyle bu uyarı iyi oldu…

Başkasının işini yapmak zorunda kalmanın en sıkıcı yanı şudur kanımca… İşi zaman ayırıp, vakit harcayıp canla başla yaptıktan sonra o aşamada dötünü yaymış arkadaşın çıkıp “sen kendi egonu beslemek için yapıyorsun” demesi… Yok, canım… Öyle değil o…

Bazen hayatta bir sorumluluğu yerine getirmek için birilerine, bir mevkie söz vermişsindir… Benim için en ayıp şey verdiğim sözü tutamamaktır… Dolayısıyla sen yapmazsan, ben yaparım ve verdiği (miz ) sözü tutarım… Utanmam… Sen benim bu işi senin yerine de yapmamdan utanmıyorsan, bana ne senin egondan, benim egomdan…

İnat budur benim için… Yapabilecekken, olabilecekken mücadeleden vazgeçmemek…
Bin kere de bunları söylemek zorunda kalsam söylerim…

Neticesinde “yaşamın yazılı olmayan kuralları vardır”
·        SORUMLULUKLARINI BİLMEK
·        TUTAMAYACAĞIN SÖZLERİ VERMEMEK
·        KENDİ İŞİNİ KENDİN YAPMAK
·        YAPILAN İŞE SAYGI DUYMAK
·        DEDİKODU YAPMAMAK
·        KISKANÇ OLMAMAK
·        FAZLA HIRSLI OLUP İNSANLARA ZARAR VERMEMEK…
·        HADDİNİ BİLMEK…

Dimi…

O kurdun ensesi kalınsa neden diye sormayacaksınız...
Kendi işimi kendim yaparım, sizin yapmadıklarınızı da ben yaparım diyiverir size...






20 Ekim 2015 Salı

SİZİNKİ KAÇ KANAT?




İNATLAR, İNATLAŞMALAR, ÇOK BİLENLER, DAİMİ MUTSUZ VE HUYSUZLAR İLE HAYATI BEDAVA BAŞARILARLA DOLU OLANLAR İÇİN BİR YAZI…

İNAT doğuştan gelen bir özelliktir. İnatçılık; insan ilişkilerinde iletişim kazasına en çok sebep olan tavırlardan biridir.
İnatçının temel psikolojik ihtiyacı iki tanedir.

Birincisi; haklı olduğunu göstermek ( çünkü onlar hep haklıdır );
İkincisi; kontrolün kendi ellerinde bulunduğunu hissetmeleridir…

Bu tipteki insanlar her karşıt ya da ilave fikri '' kendilerine meydan okumak '' olarak algılarlar. Keskin fikirleri ve düşünce katılıkları, kendilerini güçlü ve güvende hissetmelerini sağlar. Sürekli bir savunma mekanizması halinde dolaşırlar. İnatçılık; herhangi bir olay ve ya durum karşısında '' ben bilirim '' yaklaşımıyla inat edip, hiç bir şekilde esneklik göstermemektir.

Bu bilimsele benzer açıklamadan sonra benim âcizane bilimden uzak açıklamamamı paylaşmak istiyorum…  

İnatçı kişi siz fikrinizi beyan ederken bunun doğruluğu ya da kendisine getireceği kolaylıkları düşünmeden “sadece” bir fikir sunulmasına duyduğu tepki ile;
“hayır, işte bana ne, ben kendi bildiğim gibi yapıcam” diyen yorucu insandır…

Bu kişilere yapılacak en iyi şey yap da gör ebenin bel kuşağını demektir kanımca… Çünkü gereksiz ısrarları yapan insanların da tutumunu değiştirmek istemeyenler kadar inatçı olduğunu belirtmekte yarar var…

Ama bazen inat; kabullenememek ve aptallığın bileşkesidir…
İNATLAŞMAK suretiyle inatçı kişiye ders vermekte, karşıdakinin hırslı ihtiraslı inadıdır…

Şahsi fikrim inat edene “buyur” deyip yolundan çekilmektir… Eğer haklıysa zaten sorun olmaz, eğer sadece inat edicem diye “makulü kabul etmemekte” direniyorsa evren zaten konuya gereken ilgiyi gösterir… Yani biri kör gözlerle inat ediyorsa siz de karşısına geçip farklı bir inatla çabalamayın derim… Varsa bir hatası zaten sonucuna katlanacaktır o inatla…

Bu inat öyle bir şeydir ki kişi inatçı oldukça bu huyun bir doğru özellik olduğuna inanır ve hatta “ben inatçıyım” onun için bir övünme durumudur…

Neticesinde bazılarının kuru inadını zikeyim bu dünya da…
Çünkü başa ne gelirse inattan gelir bu dünyada…

Burayı “çok bilenlere” bağlayacağım bir cümleye ihtiyacım var tam burada… Kuruyorum o cümleyi şimdi…

ÇOK BİLENLER’in hemen hepsi inattan bir tarafları iki kanat olanlardır…

Bu insanlar başkalarının bilgileri konusunda daimi bir yok sayma yaşarlar… Çok bilenin problemi zaten çok bilmektir. Kendi derdi kendine yeter. Üstüne üstlük, bir de kendini farklı hisseder. Aslında o da içimizden biridir. Sadece bilmez; en farklı olmaya çalıştığı anda, en çok bir başka çokbilmişe benzediğini…

Bir kişinin çok bilmesi bence hiç sorun değildir netice de bende bir “çokbilmişim”.

Eğer ki bir insan birikimini karşısındakinin kafasına zıçar gibi veriyorsa çokbilmiş oluyor haliyle başka izahı var mı bilemedim! Yok, efendim öyle değil de seni başlı başına bir birey gibi görüp karşılıklı fikir alıp verme şeklinde hareket ediyorsa çok bilebilir dert değil. Kapımız sonuna kadar açıktır bilgiye…

Bilmeden bildiğini iddia eden, yüksek sesle üste çıkmaya çalışan, yanlışı yüzüne vurulunca sessizce ben de aslında öyle dedim diyen, yanından ayrılınca bak benim dediğime geldi diye yine yüksek sesle etrafa hava atan tomruklardır benim “çok bilen” tasvirime dâhil olanlar… Bir de hiçbir şey bilmeden bildim sananlar tabii… Neticede çok bilmek bir marifet…

Yine de unutmamak lazım “çok bilen, çok yanılır”…

Bir de daimi MUTSUZ ve HUYSUZLAR vardır ki… Sebebini bir türlü toparlayamam ben… Bazen hepimiz huysuz oluruz, mutsuz hissederiz ama bunların işi gücü budur… Sürekli yıkıp viran ederler etraflarını… Evladın anaya sürekli huysuzluğu da bu kapsamdadır benim için…
Yüzlerce kez onun için aynı şeyi siz tekrar tekrar yapmışken, başka biri onun için bunu yaptığında, başkasının yaptığını fark eden şeyin adı evlattır… Birçok evde yaşar bunlardan… Sürekli mutsuz ve huysuzdurlar “ama size karşı”… Adeta doğurdunuz için size kızgındırlar… Nasıl bu kadar battığınızı anlamazsınız… Başkasının huysuzluğuna kızar onunkine gücenirsiniz…

Bunlardan ortak çalışma ortamlarında da vardır… Siz it gibi çalışıp işi yaparsınız bir tane dangalak ortada huysuz ve mutsuz dolaşıp yapmadığı her şeyden ve onun için yapılan her şeyden mutsuz olmaya devam eder… Şeytan der ki; kalk ağzının ortasına vur ıslak odunla…

Edasına kurban olduğum kahpecik diyesiniz gelir…

Şahsi fikrim erkeklerin ana ve eşlerine huysuzluk yaparken kadınların ota boka, olana olmayana, iyiye kötüye, doğruya yanlışa mutsuzluk yaptıkları ve birçoğunun daimi mutsuz yaratıklar olduğudur…

Ve hayatı “BEDAVA YAŞAYANLAR” burada kasıt bedavadan yaşayanlar ya da maddi bir gönderme değildir… Bazıları öyle ballıdır ki maddi manevi başkalarının çalışma, emek ve başarılarının üzerinden prim yapar, gelir elde eder, başarılı sayılırlar ve genelde bunu kendileri başarmış gibi gösterirler… Bunların gelip sizin paket halinde önüne sürdüğünüz başarı için size hava atanları bile vardır…
Gülesiniz, allaha havale edesiniz gelir… Şahsen benim bugün bana hava attıkları başarıları için bazılarının hayatına hizmetçilik yapmışlığım çoktur…

Şu günlerde en kaçındığım insan türü depresyonunu ve hırslarının şemsiye gibi tepeme tutanlardır. Ah çok üşüdün der depresyon hırkasını üzerinize verir bunlar. Bu insanlar insanda lustral alma isteği doğururlar. Dünyanın haline bakmaz kendi ufacık sorunlarını çözümsüz sanırlar…

NETİCESİNDE; İNATLAR, İNATLAŞMALAR, ÇOK BİLENLER, DAİMİ MUTSUZ VE HUYSUZLAR İLE HAYATI BEDAVA BAŞARILARLA DOLU OLANLAR BENİM İÇİMDE; HAVAİ FİŞEĞE BAĞLANIP UZAY BOŞLUĞUNA ATILMA İSTEĞİ UYANDIRAN İNSANLARDIR.
EĞER BUNLARDAN BİRİ GİBİ HİSSEDİYORSANIZ SAYGILAR…
EN İÇTEN SEVGİLERİMİ SUNUYORUM…

NOT: Bu arada "huysuzluk" yazıp Google görsellerde aratın... Ben yaptım... Aşağıya doğru inin bir... Benim fotoğrafım çıkıyor hem de dil çıkarmış çocukluk fotoğrafım…
Ne alaka dedim bende... Yani neticesinde hiç huysuz değilimdir…

10 Ekim 2015 Cumartesi

“HERKESİ OLDUĞU GİBİ KABUL ET”



Kuzen dedi ki, babaanne oldun artık yazmıyor musun?
Yazıyorum dedim…

Aklıma yazıyorum bugünlerde… Olan biteni, olamayanları… “Ne oluyor böyle” dediklerimi aklımın bir köşesine yazıyorum…
“HERKESİ OLDUĞU GİBİ KABUL ET”
Fikrim odur ki hayatta bundan zor bir şey yoktur başarmak için…

Bedeninizin sınırlarını aşabilirsiniz… Hiç yeteneğiniz yokken şarkı söyleyebilirsiniz, şu internetten üç alıntı cümleyi ardarda dizer yazar olursunuz… Elinize üç renk boya alır, iki fırça sallar ressam oldum sanırsınız… Bazen kendinizi öyle hissedersiniz ki bir gün içinde kendinizi oldum sanırsınız… Tamam dersiniz çözdüm bu hayatı… Herşeyi biliyorum… Her gün keşfedilmiş Amerika’yı yeniden keşfedersiniz ama kendinizi “Dünya’yı” keşfetmiş sanırsınız… Çok da zeki olmadan okullar bitirirsiniz, makamlara gelirsiniz… Hatta adam olmadan devlet yönetebilirsiniz…

Ama zoru başarmak “olduğu gibi kabul etmektir”
Yanlışlıklara, hatalara ve terbiyesizliklere rağmen “olduğu gibi kabul etmek”

Kabul etmek ve razı olmak kanımca karıştırılmaması gereken iki ayrı kavram…
Kabul ettiğinizde boylarınız eşittir ama razı olduğunuzda boyunuz kısalır, eksilirsiniz… Azalırsınız kendinizden…

Birini olduğu gibi kabul etmek sevginin hası, düşlerin yasıdır...

Yaşam içinde sık sık kabullenmeme sorunu yaşayan biriyseniz muhtemelen sorun sizdedir…
Bazı insanlar kabullenme özürlüdür, herkesi ve herşeyi değiştirme içgüdüsü taşırlar…
Her karşınıza çıkan insanı değiştirmeye çalışan bir bünye iseniz eğer, aklıma bir temel fıkrasını getiriyorsunuz.

Temel bir gün otobanda giderken bir polis anonsu duyar:
"otoban üzerinde bir araç ters yönde gitmekte, tüm birimlerin dikkatine"
Kendi kendine söylenir temel:
"ne bir tanesi? Bütün hepsi ters şeritten geliyor, bütün hepsi."

Dedim ya bende bu konuda zorlananlardanım… Çoğu konuda hızlı düşünür, çabuk hareket ederim bu da beklememi zorlaştırır… Çocuk büyütürken annem baştan uyarmıştı bu nedenle beni… ”bekle… Kendi yapacak”  (hoş kendi de sabırlı değildi ama sonradan özellikle babamı kaybettiğimizde zaman zaman eski hali ortaya çıksa da daha bir sabırlı oldu)
Başka konularda bu sabrı vermeyen allahım, başkalarına gösteremediğim sabrı ve anlayışı çocuklar ve hayvancıklar için vermiş… Yani hayatımdaki bir çocuk ya da hayvansanız emin olun birçok yetişkinden şanslısınız… Çünkü onlara gösteremediğim sabır ve anlayış hayatımdaki bu savunmasız küçük varlıklar için bol miktarda mevcut…  Bu arada belirtmeliyim ki “çocuk” kavramının alanı oldukça geniş… Bazılarını reşit ve hatta yaş almış olmalarına rağmen çocuk kabul ediyor bünyem… Kimi zaman, kimileri için nasıl sabrediyorsun diye soranlara tek cevabım bu… “Onlar daha çocuk”… Bir büyüseler bir vesile ile bende onlara sabır göstermeyeceğim… Yetti artık diyeceğim…

Tekrar şu cümleye dönüyorum;
“Yaşam içinde sık sık kabullenmeme sorunu yaşayan biriyseniz muhtemelen sorun sizdedir…”
Benim için yaşamda en sorunlu ve en rahatsız edici şey sürekli şikâyet eden, ruhu huzursuz insanlar… Bir yanım bu insanlarda bizim sabrımız için sınav diyorsa da, diğer yanım sıkboğazını kurtul diyor bazen…
Bu insanların ortak özelliği hiçbir durumdan memnun ve mutlu olmamaları ve yaşamın normal akışında her şeyin ve herkesin onlara karşı ya da yandaş olduğunu düşünecek kadar “ben” merkezci olmaları… Aralarında gerçekten nutkumun tutulmasına neden olan arkadaşlar var… Onların davranışları karşısında beynimin acıdığını hissettiğim olmuyor değil…
Sizin etrafınızda yok mu her durumda, topluluk içinde sorun çıkaran birileri… İşte onlardan bahsediyorum…
Ne zaman bu ülkeye “özgürlük” diye ben istediğimi söylerim ve hatta bunu yaparken hiçbir etiğe uygun olmak zorunda değilim, terbiye kurallarını gözetmek zorunda değilim ve hatta bir sıkıntım varsa bunu adabıyla söylemesem de olur, sıkıntı yoksa da yaratayım gözler üzerimde olsun öğretildi ise kanımca o gün “anlaşamamaya” karar verdiğimiz gün olmuş…

Zordur herkesi olduğu gibi kabul etmek…
Herkesin herşeyi bildiği bu dünya da…

Ama en zoru kendini çok akıllı zannedip size çaktırmadan fikirlerini kabul ettirmek için direnenler…

BİREYSEL OLARAK YETİŞMEDEN, YETİŞKİN SINIFINA DÂHİL OLMANIN ZARARLI GETİRİLERİ BUNLAR…

Kabul etmenin dayanılmaz hafifliği var mıdır bilemedim ben ama oluruna bırakmanın faydası var bazen…  Oluruna bırakmak sükûneti bozmadan, olaya müdahale etmeksizin bir müddet dışarıdan izlemektir. Fevri davranıp yanlış kararlar almaktansa, bazen çok gereklidir...
Çünkü eğer etrafınızda sürekli sorun çıkaran birileri varsa bazen onların sorunlarını çözmek yerine sorun yumağı haline gelmelerine izin vermek daha iyidir…

Demem o ki…

Evet, Temel haklısın sen, valla doğru yoldasın, hepsi üstüne geliyor… Devam et dostum… Kamyonun birinin önünden seni kazırken “haklısın birader, sen yoluna devam et kimseyi takmamaya devam et” diyecem ben sana… Demek istediğim insanlar var…

Hamiş: "sen olmasan sanki dünya duracaktı" diyeceğim insanlar var bu dünyada… Bu “Ben” merkezci insanlara son olarak şöyle demek istiyorum “milyar senelik dünya, milyon senelik insanlık hayatında ismi unutulup gidenlerden biri olacağız çoğumuz” bu kadar kasmayalım ortamı… Netice de sizin varlığınız ve yokluğunuz dünyanın umrunda değil...










1 Ekim 2015 Perşembe

BİR SONBAHARIN KIRK YIL HATIRI VAR...



Emin olmak hızlandırır insanı, kaybetmenin zamanı yavaşlatması gibi…

Sonbahar Eylül’de değil Ekim’de gelmeyi uygun gördü bu sene… Yazın Haziran’da değil Temmuz’da gelmesi gibi.

Yıllar öncesi yaşamın ilkbaharına denk gelen bir mutluluk yaşamıştım… Bu kez mutluluk yaşamın sonbaharına denk düşüyor… Çok güzel çok farklı bir mutluluk bu…
Ama bambaşka şeylerde düşündürdü bu son bir hafta.
Nelere ve kimlere değer veriyoruz yaşam boyu, yüreğimizin ve evimizin kapılarını kimlere açıyoruz diye düşündüm mesela… Kalıcılığı olmayan ne çok duygu ile yoruyoruz kendimizi…

 Yaşamayı göze alabilen insanlardan isek hüznümüzü ilikleyip de yürümüyor muyuz rüzgâra karşı!

En çok değer verdiklerimiz, en çok kırmıyorlar mı bizi? En sert rüzgârlar sevdiklerimizden esmiyor mu? En kırıcı cümleleri onlar kurmuyor mu bize? En çok onlarla birlikteyken yorulup, incinmiyor muyuz? En çok onlarla yalnız hissetmiyor muyuz kendimizi?

Sonbahar 'hava güneşli ama serin gibi de sanki bulutlar da var, kapanacak yağmur yağacak gibi' cümleleri kurup yanınıza şemsiyenizi almaya başladığınız andır. Sonbahar herşeye ve herkese temkinle yaklaşmaya başladığınız, önlemlerinizi almayı öğrendiğiniz yaşlardır. Geçmiş tecrübelerinizin sizi yeni hatalardan korumaya başladığı mevsimdir…

Sonbahar; yeni mevsimler bulmak gerek eldekiler kâfi değil dediğin mevsimdir…

Bu sonbahar gelen yepyeni şeyler geçmişteki eskimiş duygulara yaprak döktürdü… Hep ilkbaharda olacak değil ya temizlik… Sonbahar temizliği en esaslısı imiş meğerse… İnsan ilkbaharlarda beklentiler içinde gelen herşeyi sabırsızlıkla kabulleniyorken, sonbaharda sabırla yanlışlara yol verecek cesarette oluyor… Neticesinde yaprak ağaçta kalmaya meraklı değilse illaki dökülecek…

 
Düşündüm ki ne çok şey var yaşamda gereksiz yükünü taşıdığımız…
Yalancı dostluklar, samimiyetsiz arkadaşlıklar…
Bu sonbahar ev ödevi olarak çalışıyoruz bu konuyu… 100 kere yazıcaz bir kâğıda “gereksiz ise at gitsin”…
Yüklenmeyeceğiz insanların samimiyetsiz duygularını çünkü dostlar ve arkadaşlar “gerçekliklerini” durdukları yer ve size verdikleri değer ile gösterirler.

Benim için öncelikler dünyasında sıralamaların büyük önemi var…
Eğer benimle gezmeleri, eğlenmeleri, dedikoduları paylaşan insan yavruları benim için gerçekten önemli ve değerli anlarımda yanıbaşımda olmuyorsa “gülüp geçmeyi” öğrenmeye çalışıyorum ben hala…
Yüreğime kırılmamayı, anlayışla karşılamayı öğretmeye çalışıyorum…
Kendime ayna karşısına geçip arkadaşlıklar için gösterilen çaba suya yazı yazmaktır diyorum… Çünkü sende bazen birileri için çaba gösterirken başka birilerini görmemiş olabilirsin…

Benim henüz anlamaya vakıf olamadığım çok şey var yaşamda…

Ama çok net anladığım bir şey var “gereksiz ise at gitsin”

Büyük mutluluklar ve mutsuzlukların ardından insanların temizlendiği doğrudur… Çünkü yaşamdaki gerçeklikle bir kez daha yüzleşirler…
“Sandıkları”nı görürler…
 O zaman napıcaz… Payımıza düşenlerle devam edip safralarımızı atıcaz…

Abdülhak Şinasi demiş ki;
“En evvel, başkalarının sandıkları gibi olmadığını göstermeye
çalış! Fakat bil ki buna hiç muvaffak olamazsın! Sonra, kendini
olduğun gibi göstermeye alış! Fakat bil ki buna büsbütün muvaffak
olamazsın!”

Ve bir lafı daha var ki; demir leblebi… Duymayı istemeyen yaptığına dikkat edecek…

Başkalarının sana yapmayacakları iyilikleri sen ne diye onlara
göstermeğe kalkarsın? Gönlümüzü kıran nankörlükler hep kendi
yetiştirmelerimizdir!

Sevgiler…