24 Ekim 2014 Cuma

BİR NEFES SIHHAT...





Yazmak nefes almak demek…

Kusurlu bir hayattan kusursuz bir yapı çıkarmak işi… Gece araba sürmek gibi uzağı göremediğiniz, yol alırken yolunuzu aydınlattığınız bir şey yazı yazmak. 

Çoğu zaman başladığımda bilmiyorum nereye gideceğimi… Bambaşka bir düşünce ile oturuyorum yazının başına… Sonunda geldiğim nokta bazı zamanlarda beni bile şaşırtıyor…

Birine bir şey mi dedin sorusuna cevap… Kendim dâhil bir şeyler dedim işte… Ama yazarken şuna da şunu diyeyim demedim hiç…

“hırslı kadınlar ve gevşek adamları sevmem” yazdım diyelim. Böyle ağır cümleyi kim okur ve benden bahsediyor derki… Diyen varsa da kanımca o kişi benden fazla kendinin farkındadır. Ben bunu demişim dememişim, yazmışım yazmamışım ne fark eder ki…

Hepimiz yanlışlar yapmıyor muyuz?  Yazarken bir başkasının yanlışını yazmayı düşünmüyor insan kendi yanlışının sebebini bulmayı düşünüyordur olsa olsa.
O çok anlamlar yükleyip övdüğümüz, hayatımızda süper bir karizmaya sahip olduğunu düşündüğümüz kalemin şerefsizliği yüzünden, beynimizde uçuşan en bi karizmatik, en bi duygusal, en bi taşı gediğine oturtan kelimelerimiz; uçar gider bazen. Zihnimde uçuşmakta olan fikirlerin, cinliklerin, iç hesaplaşmaların, parmaklardan dökülen somut halidir yazılar…

Hayatımı bir arada ve dengede tutandır. Anlamamı sağlayan, susabilmem için ellerini ağzıma kapayandır.  Yalnızlığımı nasıl kullanmam gerektiğini öğreten, kapısını bana hiç kapatmayan tek aşktır. İlk önce ben okurum yazdığımı... Severim bir daha okurum sevmezsem direk çöpe yollarım sever gibi olursam biraz değiştirir yeniden yazarım. İroniler içerir yazı yazmak. Vazgeçmeleri, gidip gelmeleri içerir yazı yazmak. İkircikler dünyasıdır. Duygular içerir yazı yazmak. Her türlü duygu… Aşk, öfke, sevgi, hüzün, yalnızlık…  Yanyana dizersiniz kelimeleri, ruhunuz özgürleşir… Ruhunuz özgürleştikçe daha çok yazarsınız... 

Bazen sadece kendiniz için yazarsınız, bazen de anlaşılmak istediğiniz için…

Bazen anlaşılmak bazen anlamak istersiniz… Yıllarca kimseye okutmadığım yazılar yazdım ama artık yazdıklarımın okunmasını seviyorum. Okuyan herkesle arkadaşlık ediyormuşum gibi geliyor.  

Kierkegaard'ya göre can sıkıntısına ilaç vazifesi gören yazmak benim için boşlukları doldurmak için gerekli…

Öyle kıskandığım yazılar var ki… Muhteşem kitaplar, şiirler yazan insanlar var. O yüzden yazdıklarımı edebiyatla ilişkilendirecek değilim. Bu evde sıkıldığı için resim yapan insanların yaptıkları yaratıcılık içermeyen çizimleri sanat eseri saymasına benzer… Bu iki çiçek fotoğrafı çekip kendini fotoğraf sanatçısı saymaya benzer… Çünkü her istediğimizi yapmakta sonsuz özgür olsakta yaptığımızın yerini ve haddini bilmek zorundalığımız vardır dünyaya karşı… gayrısı gerçek sanata haksızlıktır.

Yazmak bitmiyor, okumak bitmiyor. Yaşadıkça yazacağım, belki aslında yazdıkça yaşayacağım. Günün birinde yazacak bir şeyim kalmadığında, heyecanlarımı, heveslerimi tükettiğimde yaşamak çok daha zor olacak eminim. Şimdi unutmamak için yazıyorum. Hala tam istediğim gibi yazamıyorum üstelik. Tutukluklarım var hala kişinin mahremiyle yazının mahremi arasındaki mesafeyi çözebilmiş değilim. Olduğu gibi anlatmayıp kelimelerin arasına saklamak bazen yalancılık gibi geliyor. Oysa yaşanmış şeylerin gizli olması benim açımdan anlaşılır bir şey değil. Kaygılar insanın elini engellerken ne derece dürüst yazılabilir ki… Yerine göre risk almaktır yazmak, suya sabuna dokunmadan temizlik olmaz neticesinde…

Hamiş; zihnimde dönenleri boşaltmazsam döner dururum, hayat benim gördüğüm renklerde gizlidir, yazdıklarım yalnızca özetidir.

Harflerle nefes alıp, kelimelerle nefes vermektir.


Kimi dem, zaten ben bunları yazı olsun diye yaşadım bile diyebilmektir...

23 Ekim 2014 Perşembe

SOKAKLARDA....




Evlerde büyümüş çocuklarız biz… Dört duvarın, çatının, ananın babanın ya da ailelerin güvencesi altında büyümüş çocuklarız. Sokakların ziyaretçisiyiz. Sokaklardan gelip geçeriz. Evlerimize döneriz.

Oysa sokaklar da yaşam sürer… Dışarısı, kapısız mekân, her türlü entrikanın döndüğü sokaklar… Yürümekle aşınmaz yolları, çocukları farklıdır, kendi ahlak ve aritmetik kuralları vardır, saçlarını okşamanın faydası sınırlıdır sokaklardaki çocukların.

Ben bu ülke de iyi şartlarda yaşayan ve 70- 80 leri çocuk ve genç kız olarak geçiren birçok yaşıtım gibi sokaklarla çok geç tanıştım. Ama tanıştım. Ve biliyorum ki yaşıtım olan birçok hemcinsim belki de tanışmadı. Onlar için babalarının izinleriyle birlikte oldukları adamlarının izinlerinin arasında bir yerde sokaklar tekinsiz gelip geçilmesi ve bir an önce güvenli bir yere varılması gereken yerler olarak kaldılar.

Ama benim sonsuz merakım ve maceracı yanım söz dinlememe izin vermediği gibi var idiyse bir tehlikesi görmemi de engelledi. O nedenle ben sokakta korkmam… Sokaktan korkmam… Geceleri sokakları daha huzurlu bulurum.
Genç kızlığımda gazetecilik ile birlikte keşfettim ben sokakları, yirmi yaşındaydım.

Basmane’nin arka sokakları, Alsancak’ın arka sokakları… Fuar’ın içi… Evsiz çocuklar, sokaklardaki meczuplar. Tenekeli mahallenin haytaları… Pasaport kahvesindeki küçük Mehmet ve onun mahallesinin kara gözlü veletleri…
Bambaşka bir dünya gördüm onlarla. Şükredecek ne çok şeyim olduğunu erken öğrendim o nedenle belki de hırsımı aldırdım gitti…

Erkekler şanslıdır bana göre, onların sokakları vardır, onlara sokaklar serbesttir… Kadınların ise evleri… İşte bu neden bile evlerde olmayı sevememe neden oldu hep… Çünkü sokaklar evlerden zengindir. 

Muhteşem insanlar tanırsınız sokaklardaki insanlarla, çocuklarla sohbet ettiğinizde… Herkes bi dünyadır… Hem kafaları, hem kendileri bi dünyadır.

Gelecek umutları olmayan ve bu da umurlarında olmayan her yaşta çocuklardır birçoğu… Onlar büyümezler 8-9 yaşında “olur”lar, 13’ü görürlerse adamdırlar. Siz kışın evinizde uyurken onlar tren garlarında, otobüs terminallerinde, metrolarda ve sıcak buldukları sahipsiz her türlü mekânlarda barınmaktadırlar… 

O nedenle kim kışı seviyorum, yağmura bayılıyorum dese içim daralır, hırçınlaşırım… Kalp kırarım.

Gündüzleri suratına tükürülmüş gibi bir yaşam, geceleri tinerden, ballyden iptal durumda kafalar diye özetlenebilir yaşantıları… Tiner, bally sokak çocukları için bazen soğuk kış gecelerinde kendilerini sıcak hissetmelerini sağlayan bir kalorifer, bazen kendilerini sokağın tüm kötülüklerinden koruyan bir silah bazen de sokağın tüm çirkinliklerine rağmen güzel şeyler düşünebilmelerine yardımcı olan hayal kurma aletidir... Yani uyuşturucu sanki ışıklarını kapatamadıkları tekin olmayan sokaklarda gece uyuyabilmelerini kolaylaştırır, uğradıkları tacizleri ve şiddetin acısını bastırmalarına yardımcı olur ve akbabalardan korkmayacak kadar uçmalarına hatta belki de sokakta ve kimsesiz olduklarını şuurlarını kaybederek unutmalarına yardımcı olur… Amaçsız, çaresizlerdir birçoğu... Daha sonra amaçlar edinmeye başladıkları zaman yani fikirleri silahlandığı zaman, elleri de silah tutmaya başlar ya sokaklar da ölürler ya da öldürürler...

Bunca yıldır hiç zarar görmedim sokaklarda… Güzelim evlerde yaşayan şık abi ve ablalar daha çok canımı yaktı hep.  Benim kötüm sokaklar değil o nedenle.
Ama yaşamdaki en büyük korkularımdan biridir… Sokakların ziyaretçisi değil yerleşiği olmak.

Öyle hikâyeler bilirim ki bundan korkmak gerektiğini de bilirim. Yalnız çocuklar değil yaşlılarda, meczuplarda vardır sokaklarda… İçlerinde okumuşlar vardır… Ailelerini yitirmişler vardır… Yaşlandığı ve hiçbir sosyal güvencesi ve geliri olmadığı için sokaklarda olanları vardır…

Şöyle olsaymış, böyle yapsaymış… Şunun bunun kıymetini bilseymiş, kim bilir neler yapmışlar beni hiç ilgilendirmez… Çünkü başa gelmeyen her şey için aklı vermek, fikir yürütmek kolaydır.  Klasik bir ''hadi bir de suçu kendimizde arayalım'' yazılarından değil bu… Çünkü bu da yaşamın gerçeği…

Bugün hava serinledi… O yüzden aklımda sokaklar var…

Nihat Behram’dan birkaç satırla bitsin yazı…

“Bir park ağacında, bir koruda, bir nehrin sularında, bir kıyıda kimsiz, kimsesiz, kimliksiz bulunuvermiş, bulundukları yerde izleri de silinivermişti.
Yaşamışlar ve ölmüşlerdi, fakat ne yaşamlarına ne de ölümlerine ilişkin izleri kalmıştı. Anılarında ve tutanaklarda solgun yaprakçıklar gibi uçuşuyorlardı. Acıma, yadsıma, yadırgama, küçümseme, aklama, karalama cümleleriyle süslenmiş söylentilerde dolaşıyor. Kimisi ise sadece anılarda, o da anımsanmaz olmuş izleriyle dolaşıyor.”

Hamiş; Herkesin görünce  "yanlışlıkla baktığı" şu çocukları, evsizleri, yetimleri, dışarıları, atılmışları, insan yerine koyulmayanları, tanıyor musunuz? Şimdi buraya kadar okuduysanız dönün Facebook’a, bunları hızlıca geçip, sıcak evinizde “Norveç’te karda montsuz kalan çocuk” görüntülerini izleyip “dünyada ne iyi insanlar var. Onlardan biri olduğum için gurur duyuyorum” deyip ağlayın…






21 Ekim 2014 Salı

YÜZÜMDEN MEVSİMLER GEÇSİN…

Mevsimler… Hava değişimlerine göre kategorize edilmiş, insan psikolojisiyle arsızca oynayan, Mikail yönetimindeki zaman dilimleri…

Mevsimleriniz, halleriniz, ahvalleriniz…siz…

İlkbaharın bazen depresif bazen sevinçli bi ruh hali olur. Sonra yaz gelir tatil zamanıdır hiç bitmesin istersiniz. Keyif yaparsınız, gönlünüzce gezer tozarsınız, yaz aşkları yaşarsınız. Sonbahar gelir bi burukluk olur içinizde biten yaz günlerinin özlemi sarmıştır dört bir yanınızı. Kış gelir üşürsünüz ama keyiflidir mesela sıcacık evinizde çay açıp saatlerce film izlemek... Sonra bu kısır döngü devam eder…  

Küresel ısınma mevsimlerin bu kısır döngüsünü kırmış gibi... Kendi kısır döngülerinden şikâyet eden insanoğlu mevsimlerin kısır döngüsünün kırılmasına tepkili… Sebebi ise dünyanın sağlığı...
İşte burda aklıma takılan soru kendi kısır döngülerimizi kırmak bizim için ne kadar sağlıklı?

Malumunuz, boku çıktı dünyanın…

Mesela artık mevsim geçişi diye bir şey kalmadı. Ayın 24'ü sıcak, 25'i bir den soğuyor veyahut tam tersi. Bir günde değişiyor mevsimler. Kendi içerisinde de dengesiz. Ya çok sıcak ya çok soğuk… Bence en güzel mevsimler olan ilkbahar ve sonbahar da karakterlerinden ödün verip silinip gidiyorlar.

“griinpiis” stili olacak ama teşekkürler insanoğlu... Dünyanın içine ettik… 

Kendimiz de dâhiliz buna

Yani insanlık… Onu da beter etmedik mi?

İnsanların yüzlerine bakıp mevsimlerini anlayabiliyor musunuz artık?

Kaybolan ifadeler dolu dünya… Sanki herkesin aynı bakışı dünyaya… Sevgisi yüzünden gözünden anlaşılan insanların giderek azaldığı bir yerdeyiz adeta.
Bende insanların bakışları kalır. Yaşamıma dokunmuş herkesi bir bakışıyla asarım hafızamın portmantosuna… Nasıl bakıyorsa gözleriniz bana, bende tarifiniz öyle kalır. Dedikleriniz ya da düşündüklerinizle değil. Gözünüzde gördüğüm benle…

Yaz gibi bakanlarınız var eğlenceli, geçici ve güzel…

İlkbahar gibi olanlarınız var naif, duygusal ve sevecen…

Sonbahar bakışları var kiminizin tekinsiz, önlem gerektiren ve hüzünlü…

Kış kadar soğuk bazılarınızın bakışları, ifadesiz ve tek renk…

Unutamadığım bakışlar var hayatımda, kalabalığın ortasında, bir büroda bir sürü arkadaşın arasında, ben konuşurken bambaşka bir şeyi düşünen bakışlar var, şefkatle bakan gözler hatırladığım gibi, bana bakarken dudakları sevecen gözleri öfkeli insanlarda hatırlıyorum… Bir iki tanesi hafızamda kazılı…

Oğlumun gözlerinde bana bakarken gördüklerim en gerçekleri… Sevgi, koruma, öfke, sorular, kırgınlıklar, özlem, kavuşmalar… Bir yaşamın tüm mevsimleri…
Yüzünüzden geçen mevsimlerdir gözleriniz… İfadesini kaybetmeye başladığında mevsimleri şaşmaya başlar, dünya gibi kirlenmeye başlamışsınızdır. Artık dengeleriniz kaybolmuştur. İnsanın gözlerinin namusunu kaybetmesi kadar ürkütücü bir kayıp yoktur.

Eğer gözlerinizde yalanlar, hırs ve saldırganlık varsa artık, ruhunuz eskidir, kirlidir ve bedellidir.

Küçük çocukların gözlerine bakın… Onlarda merak, kaygı ve sevinç görürsünüz. Kirlenmemiş denizler, yemyeşil ormanlar tertemiz hava gibi…

Sahi kaçınızın /mızın mevsimleri gerçek…

Hamiş:  Yağmur mevsimleri geliyor ya aklımda hep bir soru…

"yağmur yağınca deniz çoğalır mı? Senin gözlerin bana bakmazsa ben azalır mıyım?”







19 Ekim 2014 Pazar

YALANINI SEVEYİM DÜNYA!

"insanları genelde yalan söylediklerinde dinlemeyi severim, olmak istedikleri ama olamadıkları insanı anlatırlar."



Boyum 1.70 ve 50 kiloyum… Desem?

Çok açık ve net görünen bir “yalan” bu değil mi?

Böyle bir cümlede mesele yalanda değildir zaten. Bakarsın ve görürsün gerçeği, böyle bir cümlede mesele “sebeptedir”. Bir insanın bu kadar net insanların gördüğü bir şey için yalan söyleyebilmesindedir.

Oysa kimi yalanlar bu kadar net görünmeyen şeyler konusundadır.
“kim” olduğunuz
“ne” olduğunuz
“nasıl” olduğunuz…

Tüm bunlar herkes tarafından aynı netlikle görünmezler, görünemezler. Bunlar konusunda konuşmak kolaydır. Farklı beyanlarda bulunmak, olmadığınız gibi davranmak… Ve bazen buna yalan bile diyemezsiniz. Görürsünüz, farkedersiniz bile bile göz yumarsınız. En fenası, en yaralayanı gözlerinin içine baka baka, göz göre göre, eşşek yerine koyulurcasına işitilenidir…

Bir insanın kendini olduğundan ve farklı göstermeye çalışması bunun için gösterdiği çaba bana her zaman olaylar ve durumlar hakkında söylenen yalanlardan daha tehlikeli gelmiştir.

Kişinin olup biteni, kişisel bir takım yaratıcı ıvır zıvırla stratejik anlamda kendi lehine/aleyhine, nihayetinde çoğunluğun ya da evrensel gerçeklik muhtarının 'aha da budur, bu oldu' deyip üzerine damgasını basmayı seçeceği bir varolma biçiminin dışına, söz konusu biçimden farklı bir yöne çevirmesi olasıdır. Beceriniz oranında yalancısınızdır.

Ama yalan kişiye vurulan bir damgadır neticesinde.  İnsan hafızasının çağırdığı her hikâyeyi, her çağırışında tekrar tekrar yapılandırarak anlatan bir düntutma kasası, bir geçmiş zaman nanesi olduğu düşünüldüğünde, o meşhur, o erdemli doğruyu ifade edebilmek yani olanı biteni tıpkıvarolduğu gibi anlatmak; bir balinayı bale pabuçları giydirip pointe kaldırabilmek kadar mümkün olacaktır.

Yani zihnin süper erdemli doğruluğu zaten baştan mantardır. Her şey, hatta varlığı zıvanadan çıkmışçasına sabitlenmeye çalışılan ve belki de başarılan en keskin, en artist önermeler bile, akla her geldiğinde yeniden şekil alır. Ama bir sorun vardır… Bunlar bellekte yeri çok kısa bir süre için kalan, unutulmaya mahkûm gerçek dışı, senaryolardır.

Yani unutursunuz… Yalancı adam ettiği lafı elbet unutur ve her defasında farklı bir şey anlatır… Yalanın kendini imha süresi vardır. Ve dolayısıyla sahibini de imha eder.

Ve yalancıysanız, bugün yarın ya da yarından yakın ne mantar bir kişilik olduğunuz ortaya çıkar. Kendinize gerçekte olduğunuzdan farklı bir görüntü, farklı bir içerik katmaya ve bunu karşıya kazıklamaya çalıştığınızda da durum aynıdır. Bu mantar kişilik önce bir amaca hizmet etse de sonra kullanım dışı kalır.

Yalan; biri diğerine sebep olan, o yüzden genelde zincirleme şekilde birbirini izleyen, söyleyene zekâ seviyesi ve kapasitesine göre az ya da çok zaman kazandıran bir nevi hayata karşı çalım, manevradır.

Ruhsatsız bir yapı inşa edip malzemeden çalmaktır… Çökme riski olur ki bu da kötü bir şeydir. Neticesinde o çöküğün altında illa ki birileri kalacaktır. Sahibi dâhil…

Yalanın eşlik komitesi kalabalıktır… Hırs, kıskançlık, kompleksler, zavallılık yani kişiliğinizin tüm zerzevat yanları yalanın yanındadır.

Ve yalan eninde sonunda sizi güvenilmez ve aciz kılar.

Hamiş; Daha önce de yazmıştım yineleyeyim… Azını söyleyen, çoğunu da söyler. Az sevdiğine söyleyen, çok sevdiğine de söyler. Mesleğinde söyleyen, özel hayatında da söyler. Ailesine söyleyen, eşine de söyler. Pembesini, beyazını sürekli söyleyen, alını, karasını da söyler. Bir kere söyleyen, hep söyler...

Bütün profesyonel mantar kişiliklere gelsin bu yazımda…

Ama unutmayın…

"en iyi yalanları hep kendimize saklarız"





  

11 Ekim 2014 Cumartesi

ÖYLE BİR HAVADA GEL Kİ!

Vazgeçilmezleriniz nedir?




Kanımca yalnızca büyük kayıplar yaşamamış olanlar inanabilir vazgeçilmezlerin varlığına ve sadece evlat sahibi olanlar bilirler vazgeçilemez tek şeyin evlat olduğunu…

Başka bir vazgeçilmezim var mı bilmiyorum…

Ailem, evim, dostlarım, kedilerim…

Sizinkiler neler? Aşağı yukarı aynı değil mi?

Ya vazgeçebildikleriniz neler? Önce sahip olduklarınız ya da sahip olduğunuzu düşündükleriniz değil mi? Bir şeyi vazgeçilmez kılan nedir… Sevgi dışında… 
Bazen sevgi değildir cevap…

Aşağıda bahsi geçen vazgeçmeler bu vazgeçilmezlere dair değildir. Biri gider biri gelir durumlarda ki vazgeçilmezlerdir bahsi geçenler. Vazgeçilmez diye bir şey yoktur aslında. Çünkü;

Vazgeçilmez demek acizliktir bırakmamak değil bırakamamaktır. Bir şeyin vazgeçilemez olduğunu sanmaktır. Vazgeçtikten sonrasından korkulmasıdır. Vazgeçtikten sonra çekilecek olan acının o varken çektiğin acıdan fazla olacağının düşüncesi o şeyi vazgeçilmez kılar. Vazgeçilmez demek bilgisizliktir. 

Vazgeçilmez demek korkaklıktır. Ve herkes vazgeçer.

"insan vazgeçebildiği şeylerin karşısında güçlü durur" önermesinin doğruluğu göz önünde bulundurulduğunda sık sık yapılması gereken eylemdir vazgeçmek.
Yaşamsal anlamda bir şeylerden vazgeçmek benim terazimde hayal kırıklıklarının umutlara karşı daha ağır gelmesidir... Bazen en doğru seçimdir. Bazen tercih hakkını kullanmaktır.

Asıl koyan vazgeçişler istemeden, mecburen yapılan seçimlerin sonucudur. Öyle şartlarla karşı karşıya kalınır ki, o boktan durumu kabul etmekten başka çare kalmaz, istenen şey istemeden bırakılır. Gözlerden, sözlerden vazgeçilir…

Bazen yeni başlangıçlar yapabilmek için, geçmişten vazgeçmek gerekir. En zoru da budur sanırım. Vazgeçmek bırakmaktır, kabullenmektir. Elde edilmesi istenenin gerçekleşme hayalleri ne kadar uzun süre kurulmuşsa, vazgeçilmesi o kadar zordur. İstemek bağımlılık yapar. Her tutku, yokluğunda ne yapacağımızı bilemediğimiz bir alışkanlıktır.

Vazgeçmek, kolay olmamışsa, yapıldığında kurtuluştur, özgürleşmektir.

Ve ancak…

Vazgeçmelerin en tehlikesi vazgeçiyormuş gibi yapmaktır. Evet, öyle yapmaktır.
Dolambaçlı yollardan yürüyebilir, "taktik icabı" vazgeçiyormuş gibi yapabilir insan. İntihara meyilli olduğunu dillendiren liselinin çevresine tutunmak için intiharı, yani hayattan vazgeçmeyi, pazarlaması gibi insan da sürekli vazgeçiyormuş gibi yapabilir, diyorum. Kötüsü (ya da iyisi?) yalanların en tehlikelisinde olduğu gibi kendisini de kandırabilir insan. Yerse.

Aşk da öyle… Ömer Seyfettin’in diyet ‘inde kolunu, Yavuz’un nasırını söküp attığı gibi söküp atmayı, kesip geçmeyi bilmeyen geceyi gündüzle hemhâl eder.

Vazgeçmeyi bilmeyen gün yüzü göremez.

Strateji, vazgeçmeyi bilmektir.

Hamiş: Tanım yaptım, örnek verdim, bir de cümle içinde kullanayım da tam olsun bari:

"bigün ben senden vazgeçtim..."


8 Ekim 2014 Çarşamba

SADAKAT

İki gece evvel ardı ardına iki şey geldi başıma… Önce çok emin olduğum bir sadakatsizliğin gerçekliğini sorgulamak zorunda kaldım, sonra gerçekliğini bildiğim bir sadakatsizlikten emin olamadım.


Ve haliyle akla “sadakatsizlik” düştü… Eş-ülke-iş- arkadaşlık gibi konularda yapılabilir bir şey olan sadakatsizlik.

Sadakatsizliğe dair şöyle bir şey yazılabilir; bireysel altyapısı sağlam, kişiliği oturmuş insanlar sadık değil, seçim yapan kişilerdir. Sadakat bağımlılıktır. Zayıflıktır. Sadakatsizlik ise her ne kadar zıttı olsa da, aslen daha büyük bir ruhsal zayıflığı gösterir. Kuvveti değil. Ama konu bu kadar net ve basit değil elbette. Bireysel anlamıyla kişilerin sadakatsizliklerinin elbet bin bir türlü sebebi var ancak benim kafamı kurcalayan daha az genel bir şey sanırım.

Arkadaşlıkların, dostlukların ve ilişkilerin bir numaralı kuralıdır benim için. Bir kere bozuldu mu bu kural kaynayan kemik hiç bir zaman eskisi gibi olamaz... Yani olmuyor.

Bu terazinin her kefesinde sallanmış biri olarak diyecek birkaç şeyim var.

Sadakat, dış basınç ve ortam sıcaklığına bağlı bir şey değildir, ölçülmez biçilmez. Sadakat bir tek sevilene, sevene değil insanı kendi yapan ne ise ona duyulur. Ne şık oldu değil mi? Oysa sadakatsizlik şık değildir. Her köşesi başkasına batan kırık bir şeydir.

Kendisine “Dünya Barışı'nın” yanında yer ayrılmalıdır. Zira eşdeğer derecede imkânsızlığa doğru koşmakta olan bütün rakiplerini iki boy arayla geçmektedir, gün geçtikçe özgürleşen insan hayvanı bununla birlikte dürtülerini de özgür bırakır, iş budur ki hayvani dürtüleri daha ağır basan erkek grubu için sadakat çok zora, yer yer işgüzarlığa girer. Zira sadakat bir yemindir ve çok az eş için böyle bir yemin değerlidir ya da böyle bir yemine muktedirdir. Sebebi yanlış eş seçimi, yanlış hareketler vb. çeşitli yanlışlıklar olabilir. Ya da kişinin aymazlığı, doymazlığıdır…

Burada bahsi geçtiği üzere sadakat sadece erkeklerde zordur anlaşılmasın, kadınların planlı beyinleri çok daha tehlikelidir, zira bir erkeğin yaptığına bir anlık dürtü denebilirken, bir kadının yaptığına kontrollü dürtü denebilmektedir. Peki, kontrollü dürtü ile anlık dürtü yer değiştirebilir mi? Her zaman.

O vakit.

Sadakat günümüzün tutması en zor yeminlerinden biridir.

Evlilik, sevgililik, arkadaşlık, yoldaşlık, dostluk ilişkilerinde karşılıklı ya da karşılıksız bir şekilde insanların birbirlerinden bekledikleri bir şey sadakat…
Karşılıklı kısmında, ben sadıksam sen de sadık olacaksın fikri hâkimken, karşılıksız kısmında sen bana sadık kalacaksın ben her daim hercai kalacakken deniyor.

Bir de inanması güç bir türü var ki, o da; sen istediğini yap aşkım, dostum, yoldaşım, kocam; ben her daim sadığım sana der. Hemen hemen bütün anneler, anne oldukları günden itibaren yaparlar bunu… Bende yapmıştım bilirim… Sahaya uzak düşmüyor konu.

Kanımca sadakat birçok insan için "iki kaçamak arasındaki zaman dilimi" dir günümüzde.

Sevgililik ya da evlilik müessesesindeki sadakat pek ilginç bir kavram…

İnsanlar hayatları boyunca bir kişiyle birlikte olacaklarına dair hem kendilerine hem de karşısındakilere sessiz ya da sesli bir yemin ediyorlar. Sonra efendim bunların bir kısmı kısa süre sonra ayrılıp özgürlüklerini ilan ediyorlar… Bir kısmı ayrılmadan başkalarıyla birlikte oluyor, bir kısmı uzuun seneler yeminlerini bozmamak için uğraşıyor ve sonunda "yaşlandık, hayatımızı yaşayamadık yahu" diyerek kaçıp gidiyorlar, bir kısmı da yeminlerini asla bozmayıp aynı evin içinde birbirlerine hayatı dar ederek yaşadıkları sıkıntının acısını birbirlerinden çıkarıyorlar. Belki bir kısmı da ömür boyu mutluluk içinde yaşıyordur. Ben pek rastlamadım bu sonuncusuna.

Ama bugün evliliklerde sadakat olduğuna inanmıyorum. Yaşamın her alanında “yalanın” yaşama en büyük hakaret olduğunu düşünen biri olarak da sanırım en çok buna tahammül edemiyorum. Ki edemedim…

Ancak biraz sadakat hiç te fena olmazdı… En azından biraz seks düşkünü olan, abaza ya da dillere destan bir kazanova olmasa bile açgözlü, zihnini, vaktini, dikkatini, bazen de karakterini karşı cinsten tonla mahlûkla meşgul olarak heba edecek insanların hayatını kurtarmak açısından ilaç gibi bir şey olurdu. Hem de ortalığa daha az zarar verirlerdi.  Çoluğa çocuğa, evdeki anlamamazlıktan gelen kadına, diğerine, ötekine, berikine daha az zarar verirlerdi.

Benim gözümde ise ne boyutta olursa olsun ilişkinin en elzem noktasıdır 
sadakat.

Tabi ben hep kendi ilişki anlayışımı anlatıyorum başkasına göre ilişki seks temelli olabilir, çok eşlilik bazıları için normal olabilir, birden çok kişiyle duygusal yakınlaşma olabilir, olabilir de olabilir... Sonu yok elbette insanların ve onların aklındaki ideal ilişki türünün. Bana göre ise sadakat insanın kendi içindeki ilişki tasvirinde bulunması elzem olan, günün birinde gerçekleşebilecek muhtemel bir ilişkiyi özel kılan müthiş odaklanmanın baş aktörüdür, sadece bir kişiyle o şekilde uyuşabilmek, paylaşabilmek, iletişim kurabilmektir.

Eğer siz o özel vasfı sadece ve sadece bir kişiye atfedemiyor o özel iletişim, sevgi kanalını tek bir kişiye adayamıyor, belleğinizin en güzel kısmını o kişiyle yaşayacaklarınıza ayıramıyor, seksi sadece o kişiyleyken anlamlı diğer durumlarda anlamsız, tanımsız bir mekanik aktivite olarak görmüyorsanız kusura bakmayın ama benim gözümde "ilişki" yaşamıyorsunuz. İlişkiniz yalan üzerine kurulu…

Sadakat kendi kriterlerindir.

Bir başkasına duymuş olduğun vicdan azabın değildir.

Ağdalı kelimelere sarılıp, gerçeği ardına saklamak çok kolaydır.

Kolaya kaçmayalım, Pepsi varken…

Hamiş: "eşşeğe altın palan vursan eşşek yine eşşektir"






6 Ekim 2014 Pazartesi

HATASIZ KUL OLMAZ!


Bir bitişte hata payımız kaçta kaçtır?

Bir hatadan kurtulmada payımız kaçtır?

Bir hatadan, sağ salim çıkma payımız kaçtır?

Yediğimiz kazıklardan ders alma payımız kaçtır?

Ya da yaşamda; bizim payımız kaçtır?

Ne zaman sobeleriz başarıyı, aşkı?

Ne zamana kadar şeytan alıp götürür, vicdanımızı?

Hata; insanda onulmaz izler bıraktığı için ya olgunlaştıran ya da birkaç yıl geriye götüren; zamanla önemi daha da iyi anlaşılan yaşam sürçmesidir. İnsanın dili gibi sürçer bazen yaşamda… İstemeden hata yapar insan.

Her yapılışında, boyutuna göre bir şeylerin kaybedilmesi göze alınması gereken zımbırtıdır hata. Bazen insan, bazen zaman, bazen iyi niyet, bazen sabır, bazen yaşama dair küçük ümitler…

Ama illa ki hatanın bir bedeli vardır bir şekilde bir gün bir yerde ödenecek…

Hatanın istatistik ve kontrol sistemlerinde kullanılan tanımı yüzde gülümseme yaratan tanımdır…

Gösterilen değer ve gerçek değer arasındaki fark… Belki de tüm hataları böyle tanımlamalıdır.

Borçlar kanundan ise bir kişinin sözleşmeyi iptal edebilmesi için hatanın "esaslı" bir hata olması gerekir. Borçlar kanunu esaslı hata hallerini ikiye ayırmıştır. Beyanda hata, temelde hata…

Siz hangisi iseniz… Sizdeki hangisiyse…

Yapmadan anlamını kavrayamadığımız hayatımızdaki soyut kilometre taşlarıdır hatalar.

İnsan; daha önce yaşamadığı bir olayla karşılaştığında, istemeden pişmanlık duyacağı bir fiilde bulunmuşsa, bu tecrübedir. Ardından "neden, niçin, tüh nasıl yaptım" denmemelidir. Gelecekte aynı pişmanlığı yaşamamak adına, yaşanmışlık alıp bir kenarda saklanmalıdır.

Ama aynı insan, zamanında tecrübe diye alıp bir kenara koyduğu yaşanmışlığı göz ardı ederek; sonucunda üzüntü duyacağını, pişmanlık hissedeceğini bile bile benzer bir fiilde tekrar bulunuyorsa bu hatadır.

Her hata bir tecrübe, her tecrübe "donanım" duvarında bir tuğla. Ve fakat tecrübe üstüne tecrübe de ahmaklıktır…

Her gün bir sürü tanesini yapıyoruz... Hepimiz… Dengeler var, sınırlar; var, olmalı da… Ama bazen sınır ihlalleri oluyor. Birbirimize gösterdiğimiz müsamahadan zannederim- önceleri önemli olmuyor, öyle diyoruz: "önemli değil ya", "önemli değil ama bir daha dikkat et"... Önemini, önemli olduğunu ve olacağını uyarıya ihtiyaç duyacak kadar denge sarsıcı ve sınır aşıcı bir şey başımıza gelmeden anlamıyoruz.

Hatalar yapılıyor... Af müessesi giriyor işin içine... Affedilmeyi-hoş görülmeyi bekliyoruz bazen, bazen de affetmeyi hoş görmeyi... Bazen çok büyük olunca bu, hata, affetmek hazmetmeyi gerektiriyor… Ve hazımsızım ben…

Bazen, hatalar da sonuçları da geçmeyebiliyor, acıyor hâlâ-hep; tüm o geçer diyenlere lafım girsin, geçmiyor işte... Yutkunuyorum çokça, sindirmeye çalışıyorum bu zamanlarda olanları, geçmeli sonuçta, bir zaman sonra… Aklıma gelenleri kovalıyorum; kaybolsunlar... Kovalarken ağzım bozuk; dilimde iğneler var, susayım ki batmasın başkalarına da; çirkin, çipçirkin cümlelerim var içimde, bazen dışarı kaçıyorlar, etrafa çirkinlik saçıyorum, engelsiz... Çünkü öfkeliyim kimi hatalara...

Hayatımda o kadar çok hata var ki iki kez aynı hatayı dahi yapamıyorum,
hayatın bir tekrarı olmadığı gibi kaldı ki banttan yayın da değil, canlı bir şey olmasına bağlı olarak yaptığım hatalardan nasıl geri dönüşü yok ise aynı hataları bir ikinci sefer yapamıyorum. İşte sırf bu nedenle hatalarım ünik ve hatta eşsizler.

Yalnız bazı anlarda yalnız kaldığım fiziken değil ruhen, koca kentte yalnız kalmak tahmin edersiniz güç oluyor, işte o ruhumun yalnız anlarında farkettim ki, bazen aynı hatayı tekrar yapmak için içimde dayanılmaz bir istek oluşuyor...

Hayatımdaki hatalar; kiminizi çok seviyorum… 

Kiminizden çok şey öğrendim. 

Kiminiz geçip gittiniz… 

Kiminiz götürü usulde eziyetsiniz…

O yüzden soruyorum…

Ne zamana kadar şeytan alıp götürür, vicdanınızı?



4 Ekim 2014 Cumartesi

KUSURA BAKMA… bayram


Herkesin var bir saplantısı benim ki “kusura bakma”…
Bana ne yapmış olursanız olun üstüne bir “kusura bakma” deyin… Tavsiye ediyorum.

Bu lafı duyduğum anda zaten ne yapıldığını unutuyorum. Sadece bu lafa takılmaya başlıyorum. Bir kelime tamlaması ya da minik cümle, her neyse işte bu derece mi yalan, riya dolu olur.

Kusura bakma; *çok uzatma / *aman tamam ya / * ya neyse ya… Türevi bir cümle benim için.

Bazen çeşitlenir de tahammülü denemek istercesine / *kusura bakma ya / *tamam kusura bakma ya.../* tamam ya kusura bakma… her türlü tamlaması kabulüm dışıdır.

Kusursuz olduğunu düşünen bol kusurlu insanların günlük hayatta ağzından düşürmediği söz öbeğidir bana göre. Her ne kadar özür dilerim anlamına gelse de hatayı daha az kabullenici, suçu paylaşma eğilimi içeren bir ifadedir.
Özür dilerim diyen insan hatasının farkında olan, karşısındakinden af dileyen insandır.

Oysa kusura bakma diyen insan; yaptığının hata olduğuna kendi de tam olarak inanmaz. Ortada var olan bir kusur varsa ki olmadığına inanır genellikle, özür dilenmesi gereken insanın bu kusuru fazla abarttığını düşünür.

Özür dilemenin gerekli olduğu hallerde özür dilerim demek daha insanidir.
Kusura bakma ise tuzun kalmadığı, ekmeğin bittiği falan gibi durumlar için uygundur.

Özür dilemek "hatalıyım kabul ediyorum beni affet" anlamı katarken kusura bakma demek "şuna kusura bakma diyeyim de tatsızlık çıkmasın konu kapansın" anlamı katabiliyor konuya.

Ortadaki durum neyse, durumun can sıkıcı kısmının tamamen karşı tarafa yüklenmesidir.

“Ben bir kusur işledim ki işleyebilirim, aman canım sen de azıcık alttan alıver de bu seferlik görmezden gel, kusur görmeyiver demektir” kusura bakma demek. O nasıl bir karakterdir ki kabahatini bilip, hiçbir şey yapmayıp, görmezden gelinmesini isteyebilecek kıvamdadır?

Oysa kişi bir kusur işlediğini düşünüyorsa, bunun sorumluluğunu üzerine alıp, özür dilemelidir karşısındakinden. Ortada bir "kusur" olmadığını düşünsem bile bu lafı duyduğumda, söyleyen kişinin kredisi benim gözümde anında sıfırlanıyor. 
Öyle de rezalet bir laftır benim için.

Ne zaman biri “kusura bakma” dese içimden biri fırlayıp “iş işten geçti, seveceğim gezeceğim görürsün sana neler edeceğim” demek geliyor. Demeli aslında en azından birlikte eğleniriz diye düşünüyorum. Ya da “hiç söyleme daha iyi. Valla bak. O zaman daha samimi gelirsin bana. Severim belki seni yeniden” diyesim geliyor.

Kusura bakma bende kusura bakılması gerektiğine işaret ediyor... Hele ki sert bir vurgu, ritmi artan bir konuşmayla geliyorsa bayağı bayağı kusur var orda gibi geliyor. Birde arkasından a'sı uzun bir "ya" geldiğini ise düşünmek bile istemiyorum.

Şimdi ben kusur işleyip kusura bakma diyenlere anlayacakları lisanla
"sağa bişey deyim, gusra bakma da pek malımışıng."
desem ne de güzel olur pek de güzel olur kanımca J

“Kusura bakma”yın ama başlıkta yalan var… altında “bayram” yazısı yok J

Hamiş; bayram evlatla kutlanır, evlatların ölmediği, yüzlerin güldüğü, evlerde insanların açlıkla, yoklukla savaşmadığı yerde kutlanır, danaya koyuna girerek değil… İnsan severek kutlanır. Gönül yıkmayarak kutlanır. Birlikte, beraberlikte kutlanır… dört gün tatil çalışma Türkiye’m nasılsa şeyin şeyine denk ebesini öpiim …
  

Not: aşağıdaki fotoğrafında konuyla bir alakası yok ama gönül biliyor ya İzmir’i ne kadar sevsem de Bodrum’da olaydım geçiyor içimden. O nedenle koydum bir Bodrum fotosu... Hem kuşlar... hem Bodrum....

 fotoğraf: tolga şenergüç / sanatçıya saygı :)

3 Ekim 2014 Cuma

PENCERE

“pencereyi kapama
kuş dolabilir içeri
sen neyi taşıyabilirsin
kırık bir dalın yükünü mü

pencereyi aç
soluğun çıksın dışarı
sen büyütmedin mi ciğerinde onu
kokusu hayatı yıkasın diye...”  Arkadaş z. Özger

PENCERE…

Küçükken “sıkıldım” dediğimde babam “göğsünden pencere aç” derdi… Çok severdim o cümleyi… Anlamını düşünmeden, anlamadan bile göğsümden bir pencere açmak fikri beni rahatlatırdı.

Göğsünden bir pencere açmak aslında ne çok şey demekmiş… Nefesimin daraldığı, canımın yandığı, çok üzüldüğüm zamanlarda yine babam kulağıma fısıldıyor… Bir pencere ne çok derde deva…

“pencere,
en iyisi pencere; geçen kuşları görürsün hiç olmazsa;
dört duvarı göreceğine…” diyor Orhan Veli…



Yürekten bakıldığında acıtabilen, beyinden bakıldığında sıkıcı olabilen; her ikisini birleştirip bakıldığında hayalleri bile gerçek kılma olasılığına sahiptir pencere, sınırları, çerçevesi bakan göze göre müthiş oranda değişebilecek mahaldir.

Beynin dışarı vuran aynası, aynasızıdır.

Küçükken pencerelerine tahta kepenkler kapatılan bir evde büyümüşseniz, ne vakit hava kararmaya yüz tutsa o kepenkler dünyayla aranıza kapanmışsa… Benim gibi kalın perdeler bile koyamıyor olabilirsiniz pencereyle aranıza… Dört yanı duvar odalarda kalamam ben, uyuyamam, oturamam, nefes alamam… Bir yanımda hep pencere olmalı… Ve hep dışarıyı görmeliyim, sokağı, insanları… Yukarı baktığımda gökyüzünü… Bulutları, yıldızları…

Küçükken pencere başında sokak beklenirdi… Gelen geçen seyredilirdi. Sokaklardan satıcılar geçerdi. Evlerde televizyon bile yokken pencereler gerçekten dünyaya açılırdı. Karşı evin çocuğu ile arkadaş olunabilirdi, pencereden pencereye kışın sözsüz yazın biraz sözlü bir iletişim kurulabilirdi.

Kış geldiğinde pencereler buğulanır, buğuların üzerine minik parmaklarla resimler çizilirdi. Pencerede oluşan parmak izleri yüzünden anneden azar işitilirdi. Bir zaman pencereler gerçekten dışarı açılırdı.

Oysa şimdi hepimizin pencereleri içimize açılıyor.

Pencereniz kapalıyken bakıyorsanız dünyaya camın buğulu olup olmaması veya pencere camının rengi gördüğünüz dünyayı etkiler. Oysa çıplak gözle bakmalı dünyaya… Çünkü hayat öyle ya da böyle akıp gidecektir en nihayetinde.

Pencerenin en yaman çelişkisi ise duvarların bulunduğu yerde olmasıdır kanımca.

Kapalılık çevrelemişken etrafınızı, uzanıp başınızı çıkarabileceğiniz bir kapıdır aslında. Kapı gibi kesin de değildir ama. Yani tamamen çıkmak hali yoktur bu pencerede, ayaklarınız duvarların içindeyken başınız, aklınız, onlara hiç aldırmadan uzatıverir kendisini "dışarıya".

Bir bakıma içerde bir bakıma dışardasınız yani...

Hayallerinizin ilk tualidir pencerenin bünyesindeki camlar ama suya yazıldıklarından bir anda silinir ve giderler.  Her şeyin gideceğini ve yine her şeyin geçeceğini size öğretmeye çalışan ilk öğretmenlerdir onlar… Pencere görebilmeniz için bir araçtır…

İçe dönük bilinç pencerelerinin arkasında yaşadığımız gri günlerde, her şey sürekli eksilirken, flulaşırken ve daha çok yitip giderken; dışarıyı, hayatı işaret eder pencereler.

"baktım olmaz seyre daldım anılardan bir tomardım
çok yoruldum çok daraldım penceremden gir içeri"…

Bazen değil ait, misafir bile olamayacağımız yaşamlara açık unutulmuş ya da bilerek öylece bırakılmış perdelerden geçici bir süreliğine sızma hakkını tanıyor pencereler. Tek kişilik bir locada çoğu üç vakte kadar bozulacak kararlara ev sahipliği yapıyor. Bahsi geçen tüm kararları bozup kürkçü dükkânına dönenleri yeni baştan bir yağmur serinliği alıyor.

Pencereler, kapılar gibi sonradan gelecek pişmanlıktan bihaber sergilenen öfkelere alet olmuyor, sertçe çarpılarak kapanmıyor.  
Pencereler kokar… Sokak kokar, dışarısı kokar, toprak kokar, yağmur kokar… Bunca yıl sonra hala yağmur yağıp ıslanınca, "eve dönen babayı pencerede beklemek" kokar.

“pencere böyle bir şeydir, değil mi ki her
şey içersi içindir.
-camı vuran kim?
-serseri bir bulut.
-bir yaprak.

pencere her şeydir."

Hamiş; "bu dünya bir pencere, her gelen bakar gider."



1 Ekim 2014 Çarşamba

DÜNE DAİR...

fotoğraf: Tolga Şenergüç


Bazen gün öyle bir başlıyor ki…

Ya da öyle bir bitiyor ki… Yaşamın gereği gün içinde güzellikler olduğu kadar 
insanı çileden çıkaran, yaşamdan bezdiren şeylerde oluyor.   

Hani demiş ya…

“Dünle beraber
Gitti cancağızım

Ne kadar söz varsa
Düne ait
Şimdi yeni şeyler
Söylemek lazım.”

Dün öyle bir gündü…

İş, arkadaşlar, aile… Yollar, toplantılar halden mutlu fotoğraflar… Ama gel gör ki bazen dışı başka,  içi başka yaşamın… Dün öyle bir gündü. Sabır zorladı dün yaşam… Büyüklerin yanlışlarını küçükler topladı dün.

Bir ufak maruzatım var abiler ablalar düne ve dün gibi günlere dair… ve neden olanlara dair.

Yaşam dediğin gönül kırmak için kısa, bir gün varız ertesi gün yokuz… Bakacağın surata tükürme… vs. vs. ne çok söz var böyle… Atasözü, ana sözü, ileti, alıntı, kaşıntı…

Dünü dünde bırakıp, ruhumu dinlendirip, huzurla uzun uzun uyuyup, sabah dolmuşa bindiğimde yanıma oturan bebeğini “kırk gezmesine” annesiyle birlikte çıkarmış taze anneyle karşılaşana kadar derin bir “oh be dünya varmış” halindeydim.  Ama sonra ne oldu… O iki kadın ve bebek bana bir gün önce yaşadığım tüm sıkıntıların cevabını verdiler.
“çünkü bir kısmımız o anne ve ananeler tarafından büyütülüp, tüm iyi niyetleriyle salaklaştırılıp yaşama öyle sürülüyoruz”

Bornova’dan Karşıyaka’ya gelene kadar genç anne ve ananesinin kurbanda giremedikleri dana, kesecekleri kuzu, geçen senenin kemiksiz 50 kilo gelen danası, Beyza’nın (soyadını bile verebilirim ama Beyza alınır dedikodu olmasın diye vermiyorum) giremediği danaya kadar ne çok salak şey dinledim… Üç gün önce yokluk içinde iki odada yedi çocukla yaşayan, koca danalar hayatının her yerine kaçmasına rağmen evine gelen misafire bir bardak çay vermek için parçalanan o güzelim kadınları anımsayıp “ver lan o çocuğu mundar edeceksin belli” dememek için kendimi zor tuttum.

İş kadında başlayıp, kadında bitiyor…

Hayatımıza kâbus olacak her şeyi biz yaratıyor ve yetiştiriyoruz ya da sahipleniyor ve barındırıyoruz hayatımızda. Annelik düşünülenin aksine bir içgüdü değildir... Zor bi zanaattır... Bugün gördüğüm genç kadının o çocuğun bakım ihtiyaçlarını sonsuz karşılayacağına eminim… Üstüne titreyecek oğlunun, soğuktan, sıcaktan sakınacak, ayazlarda bırakmayacak, sırtını sıvazlayacak… Hırslandıracak, büyüdüğünde danaya girmesi gerektiğini öğretecek…  Ve o delikanlı olur a ruhunu bambaşka bir diyardan getirdiyse bu diyara ve içinde farklılıklar, farklı olabilme cesareti barındırıyorsa... İki arada bir derede kalacak… Birçoğumuz gibi… Bu coğrafyadaki birçok insan gibi…

Ben dün o iki arada bir derede kaldım… Dün benim doğrularım dünyaya uymadı… Bu dünyanın doğruları bana uymadı.

Ben dün sırrına vakıf olamadım bu dünya işlerinin. İnsanın insana olan hırsını anlayamadım. Hoş ben bunu bir önceki günde anlamamıştım… Daha önceki günde anlamıyordum…

Ben bunca terapiye, kişisel gelişim programına, TV programına, ben oldum, akıllıyım triplerine nasıl olup da insanların bu derece kendini göremediğini anlayamadım… Anlayamıyorum.

“VAKIF OLMAK”  kanımca üzerinde derinlemesine düşünülmesi gerekilen bir şey… Kendine, yaptığına, yaptıklarının doğuracağı sonuçlara, başkalarına vereceği zararlara…

Vakıf olmak… Arapça "vakfa" dan geliyor. Kalmak, durmak anlamına geliyor vakfa. Yani kelime diyor ki bir düşün… Önce düşün sonra yap, sonra konuş…

Hamiş; dün geçti gitti. Bugünde geçer yaşam daha birçok kendine vakıf olamamış insan çıkarır karşımıza… Yolda, işte, otobüste, dolmuşta, bir arkadaş toplantısında, en sevdiklerimizin yanında… Mesele onları düzeltmek değil bunu gördüğünde tanıyıp ederinden fazla değer vermemek belki de…
“Her gün bir yerden göçmek
Ne iyi

Her gün bir yere
Konmak ne güzel
Bulanmadan, donmadan
Akmak ne hoş

Dünle beraber
Gitti cancağızım

Ne kadar söz varsa
Düne ait
Şimdi yeni şeyler
Söylemek lazım.

Mevlana Celâleddin Rumi