26 Aralık 2014 Cuma

NE DÜŞÜNÜYORSUN ?



ben okurken öğretmenlerimin çoğu sormadı "ne düşünüyorsun?" diye...ben çalışırken çoğu yönetici sormadı "ne düşünüyorsun?" diye...bir çok evde çocuklara sorulmuyor "ne düşünüyorsun?" diye...bir çok evde kadınlara sorulmuyor "ne düşünüyorsun?" diye...

bir süre önce bu kültürden kovalandı "düşünmenin gücü"

Düşünmek bir batı kültürü değildir... Doğunun kültüründe ruhunda vardır düşünmek... Batı düşünülmüşü alır çiğner, tüketir ve tükürür...

O nedenle "ne düşünüyorsun?"

Düşünmeni istemeyen bir sistemde büyüdün... Düşünmenden hoşlanmayan bir toplumda yaşıyorsun... Düşündüğün için kaygı duyan ebeveynlerin var...

Düşünmek cesaret ister. Siz düşünmezseniz sizin yerinize, sizin beyninizin yerine başkalarının fikirleri düşünür söyler... Düşünmek insanın kendini, yaşadığı ortamı tanıması sorgulamasıdır işte ondan cesaret ister düşünürseniz ve hoşnut kalmazsanız beyniniz bir süre sonra "o halde değiştir" der... Fikrini değiştir... Ortamını değiştir… Şartlarını değiştir... Ve düşünüyorsanız rahatınız kaçar... kıpraşmaya başlar içinizde bir şeyler tedirginlik başlar ruhunuzda...

Düş/ün varsa yaşama dair... Düş/ünürsün... Daha iyi yaşamak için... Daha insanca muamele görmek için... Bu hayatın sadece birilerine ait olmadığını düşünürsün... Kimsenin senin hakkında karar veremeyeceğini düşünürsün... Fikrini söylemeyi düşünürsün...

Düşünmek birçokları için senden beklemedikleri bir şeydir... Sistemler düşünen değil "biat" eden insanlar isterler...

Biat etme "düşün"...


Çünkü ancak düşünürsek engel olabiliriz ruhumuzu esir etmelerine...

18 Aralık 2014 Perşembe

AYDINLANIYORUZ... TAK BİR AMPUL



Aydınlanıyoruz…

Topluca… El âlem hep beraber… Işık tutuyorlar yolumuza…

Aydınlanma çağındayız… Herkes topluca oldu, olacak…

Hepimiz Mevlana’yız, hepimiz Şem’s…

17 Aralıkta internet kanalıyla “Mevlana’yı” anıyoruz… Profillerimize “Sevgi, sabır, tevazu… Saçmalamaları yazıyoruz” sonra yine hayata dönüp, öfkeli, sabırsız, sesimizi yükselterek devam ediyoruz…

Benim fikrimdir “kim de ne eksikse, en çok ondan bahseder…”

O nedenle bugün Dünya “ doğruluk, eşitlik, namustan” bahseden diktatörler tarafından yönetiliyor… Küçük düzeyli ya da yüksek ölçekli başarılar hep bu konuşmaların üstüne kuruluyor. Bin kere yazdım bin kere daha yazarım en sevmediğim insan profilidir…

“HIRSLI, KENDİNİ GÖSTERMEYE ÇALIŞAN, GÜÇLÜ SAYDIĞININ YANINA ÇÖREKLENEN, ÜST’ÜNE YALAKALIK YAPAN, AST’INI EZEN, BAŞKASININ PARASI VE KUDRETİ İLE GERDEĞE GİREN HANIMEFENDİ GÖRÜNTÜLÜ PESPAYELER VE BEYEFENDİ GÖRÜNTÜLÜ ŞEREFSİZLER”

Nitekim onlarda beni sevmezler zaten… Onlara bir şey demesem de onlar bana bakarken bu fikrimi gözüm onlara söyler… Başarı hırs mı gerektirir, şans mı bilmiyorum… Satranç akıl oyunuysa da, ben içinde zar olan tavlaya meraklıyım… Şans ’a inanırım…  Bazı insanlar kendileri bile inanamazlar bulundukları noktaya… Ondandır sürekli kendilerini gösterme ve oldukları şeyi ispat etme çabaları…

Oysa aydınlanmak gerekir… Dimi abiler, ablalar… Varılmak istenen mutlu sondur aydınlanmak.

Meselenin özünü, su katılmamış ve su katılmış gerçeklerini görmektir. Düşünme ile birlikte gelişen bir yetidir aydınlanmak. Fikir üretmek için gerekli harcı oluşturmanın neticesidir.

Bireysel veya belli bir kesime hitap eden fikirler aydınlanmış fikirler olamaz. Parlak denebilecek düşünceler ancak ve ancak somut olarak insanı temel alıp, toplum çıkarını gözettiği zaman aydınlanmış fikirler olur.

Soyut veyahut ticari arzuları temel alan, bir yandan insanlığa faydalı olarak görünüp, diğer yandan başta kendi ülkesine ve Dünya’ya zarar veren, hiç fark ettirmeden sadece bir kişinin huzur ve refahı için ortaya atılabilecek fikirler aydınlanmış fikirler olamaz.

Aydınlanmak, haksız-yanlış fikri savunmak değildir.  

Bir bilgeye göre aydınlanmak: karşıdan gelen kişiyi, dil, din, ırk, mezhep, güzellik, huy, boy vb. herhangi bir beşeri değer ile görmeden, koşulsuzca ve tamamen kabullenerek kucaklamaktır. Benim aydınlanma yolunda çok uzun yolum olduğu da buradan bellidir… Girizgâhta belirttiğim gibi sevmediğim çok insan, yargıladığım çok değer, kızdığım çok şey var…

Aydınlığa uzaktayım… Ama en azından “farkındayım”…

Kendinle ve evrenle bir olmak yani aydınlanmak, hem çok kolay bir şeydir çünkü tek koşulu birlik bilincidir ama hem de çok zordur çünkü insanda buna engel teşkil edecek bir sürü EGO vardır ki zaten ego tabanlıyızdır, bizi dünyaya bağlayan odur. Egolar, yargılar, alçak benlik, sahte rehber falan bunların hepsi aydınlanmamızı engelleyen şeylerdir ve mantık zihin dediğimiz şeyleri alet olarak kullanırlar.

Zaten dünya okulunun amacı da odur, onları yenebilmektir. Fakat aydınlanmanın zor olan tarafı onları kabullenerek yenmektir.
Kendinizi, kendi karanlığımızdan daha karanlık bir ortama sokmayı başardığımız gün başımıza gelecek olaydır  “Aydınlanmak”… İşte o nedenle “karanlık beyinler ve ruhlar” kimilerinin aydınlığıdır.

Beni en çok rahatsız eden kendimden de bildiğim o karanlığı karşımda görmektir. O yüzden “kötü” birini beş yüz metreden tanır, bir halta yaramadığını anlarım… Başkalarını kandırırken beni kandıramaması ve birçoğunun hedefinde olmam bundandır.

Kant "aydınlanma; kişinin kendi aklını kullanmaya cüret etmesidir." Der… Daha büyük bir cüret var mıdır yaşamda…
Başkalarının akılları ile değirmen döndüren, başkalarının değerlerini düstur edinen insanlar için benim gibi düşünen insanlar zararlıdır. Gereksizdir. İnsan kendine kendi gerçeğini hatırlatan insanları sevmez… Uzak tutmak ister… Yok etmek ister… Ama ben yok olsam bir başkası vardır.

Benim için makbulü “insansal onuruna uygun davranma düşüncesi” dir.

Kant der ki;
Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmasıdır. Bu ergin olmayış durumu ise, insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışıdır. İşte bu ergin olmayışa insan kendi suçu ile düşmüştür; bunun nedenini de aklın kendisinde değil, fakat aklını başkasının kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kullanmak kararlılığını ve yürekliliğini gösteremeyen insanda aramalıdır sapare aude!

Aklını kendin kullanmak cesaretini göster!

HAMİŞ;  "kötü belli olduğunda iyi de belli olur"… Ben ol ki anla… Desem anlar mısın?


12 Aralık 2014 Cuma

ÖZENTY



Özentiyim ben, ya siz

Değilsiniz dimi? Hiçbiriniz mi? Azcık bile mi? Hiç mi?

Aferin size :)

Çünkü özenti olsaydınız maazallah neler yapıyor olurdunuz… Dimi?

Ne bileyim mesela birçoğunuz “sabah bi neskaave içmeden kendime gelemiyorum” derdiniz… Ya da ne bileyim birçoğunuz üstünde yürüyemediğiniz platformlu ayakkabıları giyerdiniz… Daha beteri de olabilirdi tabii maazallah sarışınlığa özenmiş esmer Türk kadınlarından biri olabilirdiniz… Bunlar neşeli özentiler ama… Kapkara kaşlı sapsarı saçlı ve dibinden siyahları bi barnak çıkmış bir abladan daha eğlenceli ne olabilir? Belki barnak arası terlik giyen memleketim erkeği

Belki de içinde bulunduğumuz "özenty" durumunu en iyi anlatan diyalog şudur

“- gel şurda bi kahve içelim?
- ay, burda mı?
- ne var kızım ya, mis gibi çay bahçesi işte.
- aa, ben sıtarbakstan başka yerde içmem kahveyi
- höyt, otur dedim ulan!
- bedenimi oturtabilirsin Kadir ama kişiliğimi asla!”
Oturmaz o kişilik Kadir, 3-5 kişiliktir. Olmadığı/ olamadığı her şeydir.
Kişilik oturmaz, dil oturmaz... o abladan cacık olmaz...


Özenmekle “özenti olmak” arasında “otokontrol kaybından” oluşan çok kaygan bir hemzemin geçit vardır. Bir şeylere özenmek bu nedenle hırslanmak, çalışmak, azmetmek, başarılı olmak için motive olmak tüm bunlar yazının kapsamı dışında… Çok başarılı bir abinin ya da ablanın takipçisi olmak, feyz almak çok güzel şeyler…

Ancak burada söz olmadan olanlara, olamamışlara…”mış”lara… “mış gibilere” toplama insan olanlara. Onun bunun kişiliğinden geçinirler bunlar Çok pis bir şeydir bu. Bir dakikası bir dakikasını tutmaz ayrıca milletin yalakasıdır bu tipler. Her yola gelirler.

Zekiymiş gibi davranırlar, iyiymiş gibi davranırlar, seçkinmiş gibi davranırlar… Seviyormuş gibi davranırlar, eşitlikten yanaymış gibi davranırlar…
Mesela birilerinin halk üzerindeki etkisinin nedenini arayanlar bu noktaya bir dikkat etsin adam hiçbir şeymiş gibi davranmıyor… Gerçekten kötü, gerçekten ayarsız, gerçekten hırsız, gerçekten haktan hukuktan anlamıyor, gerçekten despot, gerçekten yüzsüz… Ama bu gerçeklik kabul görüyor…

Ya diğeri özellikle kadınların “mış”lı geçmiş, gelecek ve şimdiki zaman halleri…
Her kesimde var maalesef… Herkes “Tarz benim” diyor… İş ve özel hayat gereği o kadar çok olamamışın olmuş gibi davrandığı yerlerde oluyorum ki… İçlerindeki gerçek insanlar hemen gözümü alıyor. Samimiyetleri, doğrulukları, oldukları gibi oluşlarıyla…

Oldum olası beceremiyorum ben “idare” işlerini… Bir gülesim geliyor, bir dalga geçesim geliyor… Hatta bazen bir dövesim geliyor…

Özenti olmak birilerinin zorlamasıyla kafanıza sokulmuş şeylerde devam etmek ya da dogmatik bir çöplükte krallık taslamak değildir de nedir?
Gençliğe bir bakmak lazım… Aynı anda hem punk hem hippi, hem tutucu, hem ilerici olunabilineceğini zanneden ve bu grupların çok farklı anlamlara sahip olduğunu halen kavrayamamış ya da ne giydiğini ne dediğini anlayamadığım, Türk gençliğinin çoğunun içinde bulunduğu durum…

Burada konusu geçen “özenty” bir rol model alıp ondan yola çıkarak ilerlemek durumundan farklıdır elbette. Burada konusu geçen içi boş, ya da kıskançlıkla doldurulmuş bir durumdur. En çok konuşmalarında kendini ele veren insanlardır. Özellikle ortaya attığı bir fikre karşıt bir şey söylediğinizde hemen geri çekiliyorsa, “evet aslında…” falan gibi başlayıp saniyesinde sizin gibi de düşünebilir moda giriyorsa karşınızda anlayışlı bir arkadaş mı yoksa kişiliğini oturtamamış biri vardır önce anlayamazsınız… Ama elbette süreç içinde aradaki farkı kavrarsınız. Yoksa elbette bu yargılamayı getirenlerin bir kısmı da özgünlükten ölmemektedir.

Aslında toplumun baskıcı tutumunda kendi olmayı başaramayan, bir gruba ya da bir sınıfa dâhil olduğunda kendini ancak ifade edebildiğini düşünen, çoğunlukla ezik hisseden ve bu yüzden de taklit ederek başkaldırma çabasında olan insandır aslında özenti insan.

Elde olanlar belli, yapılanlar belli. Yeryüzüne olsa olsa, en fazla 1 milyon orijinal, kendine münhasır insan gelmiştir ve bunların dışında, ne kadar aykırı hayatlarımız olsa da belli bir noktada sürekli aynı şeyleri tekrarlayıp durduğumuz günlük hayatlarımızda zaten ister istemez bir yerde özentinin Allah’ıyız hepimiz.

Cümle içinde kullanayım…
“Ben özenti gördüm!”

Özentilerden diyar diyar kaçıp uygun yere saklandım, tüylerim diken diken olmuşken belki net çeker diye özentileri bir de amuda kalkıp dikizledim, sonuç hep aynıydı… Özenti avcısı değilsem de bir kaçını toplum içinde dertop edesim var

Ama özentilerle ilgili sorunumun sebebi başka… Biz özene dururken vatan gidiyor maalesef…

O nedenle;
Hamiş;

HEY TÜRK GENÇLİĞİ;
GİTTİĞİN YOL ÖZENTİ
YETER ARTIK FARKET!

YETER ARTIK VAZGEÇ!

9 Aralık 2014 Salı

FEYZBUK...



Feyzbuk…

Giriş notu: yazı uzun, kısmen eğlenceli, zaman zaman taş yağmurları arada kaçak yapılar var… Okuyandan can razı okumayan için profilde bakılacak fotolar, kısa yazılar mevcut…

2007 idi sanırım iş yerinde boş günlerden biriydi… Birileri seni orada aradım bulamadım dedi… Nassıı yani  hemen olmalıyım dedim ve girdim gitti… Kendisiyle neredeyse 7/24 ilişkimiz var… Birbirimizi seviyoruz. Yerine koyabileceğim bir oğlum, bir kızım, birçok çocuğum, birçok arkadaşım, kedilerim, ailem var… Hatta beni ondan çok daha fazla heyecanlandıran güzelim birileri bile var… Arada açıp profiline bakıyorum uzakları yakın ediyor  Yani onsuz yaşayabiliyor, dans edebiliyor, yemek yiyebiliyorum ama hep bir yerlerde…

Hakkında yazılan o kadar çok şey var ki… Yaşamın her yerinde… Evde, işte, telefonda… Oradan sohbet ediyoruz, oradan iş yapıyoruz… Oradan kavga ediyoruz, orada tartışıyoruz, orada ülke kurtarıyoruz… Orada kim olduğumuzu ifade ediyoruz… Orada kişiliğimiz bayrak gibi açık… Ayan, beyan…

Mutluluğumuz, mutsuzluğumuz, açlığımız, hırsımız, açıklığımız, egolarımız,
küstahlığımız, sevgi böcüklüğümüz… Hepsi orada “ben burdayım” diyor…

Fenomen olanlarımız var, orada yalakalık yapanlarımız var, orada anarşist olanlarımız var, aslında bir şey olamayıp oradan kükreyenlerimiz var…

Orada kolumuzda serumla yatıyoruz, orada kendimizi camide, cenazede, yemekte zıkkımlanıyor olarak gösteriyoruz… Orada alışveriş yapıyoruz… Hava atıyoruz, ahkâm kesiyoruz.

Az sonra evde pineklerken kendimi Çin’de seyri seferde etiketleyebilirim… Dünya benim…

Evsiz barksız kadınlar, şen dullar oradan erkek arıyor, evli evsiz erkekler, saatli saatsiz “napıyonn” diye söze başlıyor… Diğer mesajlarımıza iki günde bir “…hanım, sizi gördüm çok etkilendim. Niyetim rahatsız etmek değil…” “selamlar. Nasılsın? umarım rahatsızlık verenlerinden olmam .eğer ettiysem de kusuruma bakmazsan sevinirim:)))) gerçi sana mesaj atıp atmamakta kararsız kaldım ama atmasaydım eğer, hem sana hem de kendime haksızlık etmiş olurdum herhalde.:))” “aa naber ya görüşmeyeli uzun zaman oldu hatırladın mı beni” şeklinde allahım aklımı koru mesajlar geliyor… “bi sebebim yok sebebim olur musun?” en güldüğüm idi ama fotoğrafı görünce bu ince ve muhtemelen alıntı zekâya rağmen bir sebep bulamadım 

Herkesin dötü, başı meydanda ( özeleştiri / valla bazı fotoğraflarda ben de masum değilim)…

Evli barklı kadınların siyah-beyaz, renkli makyajlı, dudakları büzülmüş, gözleri kaymış şuh pozlu selfieleri var… İlk önce kocaları beğeniyor… Kevgirin delikleri kocamannn…”bizim hanım çok seksi maşallah” bir sürü… Pazar kime diyesi geliyor insanın… İki profili olan evli adamlar mı ararsın, çaktırmadan kırıştıran evli kadınlar mı? Yani herkesin ki “yeşil renkli namus gazı”

Çocuğuyla tek resmi olmayan anneler, babalar var…

Her dakika çoluğunun çocuğunun resmini, yazısını koyan, göster bakalım amcana ... diyen ebeveynler var ( mesela ben ) Toplu saydık bizim çocuğun şafağını, affınıza sığınıyorum

Her fotoğrafın altında “canım harikasın, şeker vallahi yaşlanmıyon sen, iişte buu!, güzellik, maşallah yazan yorumlar var” bakıyorum abla yaşlanmış, abinin göbek kemerden aşağı… Ama iltifatta sınır yok… Taş gibisin… Taşlar uygun yerinize gelsin…

Ablalar beğendikleri abilerin her paylaştığını anında beğeniyor… Bildirim al ayarı var… Sen ne yapsan görüyorum ben, kaçmaz birader  Abiler ablayı gerçekten çok beğenirlerse, kıskançlık damarlarına geliyor hiç beğen tıklamıyorlar… Yolu varsa ablanın, abi otu boku beğeniyor... Görünen o ki herkesin az biraz yolu var… Açık olsun…

Amatör sayfalar dışında bir klasmanda var elbette profesyonel abla ve abilerin sayfaları… Bol dekolte, bol adale ve hatta daha fazlası… Tavla, okey oynamaya kalkmayın… Hele de gece uyku kaçtıysa biraz oyalanayım dediyseniz hiç tavsiye etmem… Maşallah enerjiye, ne yalnızlık, ne mutsuzluktur yarabbi… Gece gece insanları ekranda karşılaşacakları bir kadına/ bir adama muhtaç eden… Kişisellik, mahrem, cinsellik ortalıkta…

Sosyal ablalar, sosyal abiler var elbette… (bknz. Ben :)) gezmekten oturmaya vakit bulamayan… O toplantı, bu toplantı, konser, monser, düğün-dernek, tango vs. Bir harikasın valla deyip arkadan, ulan uyuz oluyorum buna diyenler var… Birde içini bilmeden ne hayat lan diyenler var…

Feyzbukta çevrimiçi görünce her saat arayabileceğini sananlar var…

Ünlü birini tanıdığını cümle âleme belli etmek için tuhaf hallere girenler var…Her pazara göre çarşı var. Her yemeğe maydanozlar var… Her boku bilenler var (işte ben…  ) Etliye sütlüye karışmayan, Can Dündar, Mevlana poster fanları var… Her şey kıssadan hisse… Hayata geçirilemeyen dilekler dolu her yer…

Abilerin büyük kısmı daha sağlam duruyor gibi profillere bakınca ya da hayal gücü erkek beyniyle kısıtlı… Ama ablalarda sınır yok… Eğer yaş kırk üstü ise bakınız profile bir yerinde illaki “40 yaş üstü kadınlarla olmanın güzellikleri” içerikli bir zavallı yazı bulacaksınız… İlişkisi var yazın denedim böceksavar etkisi yapıyor… Hatta bir kısım ablalarda rahatlama yaratıyor… Meydan bana kaldı etkisi  feyzbukun etkisi kelebek etkisinden beter… Biriyle aranız limoni mi artık sizi "tıklamıyor" hiç mi beğenmiyon allahsızın kızı :))) bakıyon mal gibi her yaptığıma ne tıklamıyon :)) Sahi bakıyordur dimi ? Paranoyaklıktan şizofreniye bir patika... Ah Mark...ah...

İş için etkili bir Pazar… Kişisel reklamınızı bile bu kadar aktif yapabildiğiniz bir yerde kafanızı kullanırsanız gayet güzel iş yapabiliyorsunuz…

Olmazsa olmaz bir hale geldi… İdare ettiğim iş sayfaları olduğu için kaçamıyorum ama bazen sıtkım sıyrılıyor… Kadınların egolarından, erkeklerin sapkınlıklarından, herkesin karşı olduğu görüşü aşağılamasından, buralarda binken, sokaklarda bir kalmaktan hoşnut değilim… Ama bayılıyorum lafı uygun yere bırakmaya  bu yazının alıcıları var elbette… Kızıcıları var elbette… Görmezden gelicileri var elbette… Kendine bak diyenlere “baktım hatta yazdım” diyorum…

Ama feyzbuk’a şapka çıkarıyorum… Bunca psikoterapisti yaya bırakan, dehşete salan bir terapi alanı daha olamaz kanımca…

HAMİŞ; üzüntülerimizden bahsederken Halil Sezai’leşme, kişiliğimizden derinlemesine bahsederken Nihat Doğan’laşma riskiyle her zaman karşı karşıyayızdır. Ve giderek Amerikalılaşan, kameranın bize yöneldiğini gören bizler; büyük hayallerle bir gün Tarantino’nun hayatımızı filme çekeceğini, Obama’nın gelip hal hatır soracağını, tek başımıza devrim yapabileceğimizi, efsanevi, meşhur âşık çiftlerden aşağı kalmaz aşklar yaşayacağımızı filan sanıyoruz.

Her gün daha da yabancılaşarak kendimize, absürt hikayelere gönüllü malzeme oluyoruz. Yalnız bize bağlı olmayan şeylere bağlanarak güçsüzleşiyoruz: dostluk gibi, şöhret gibi, aşk gibi… Fikriyatımız, maddiyata yansımamış, direkt o olmuş şekilde. Bu bir kesime ait gazeteyi ihtiyari cebine dikkatsizce koyup ‘cümle âlem görsün, beni öyle bilsin’ şeklindeki tam ofsaytlık bir harekete benziyor.

Yani pek bir şey değişmiyor feyzbuk nedeniyle ahir ömrünüzde. Keşke kızacak, küsecek kadar sevseydim buradaki yalanları. Çoğunuzla bayram seyran anca görüşürüz. Ama bazınızla hakikaten büyük ihtimal görüş(e)meyeceğiz –kaderin ufak sürprizleri hariç– o sebepten bir sonraki cümle biraz fiyakalı kaçabilir.

Hiç bir fıtrat firkati kabul etmez aslında. Bu da en insani bir şey ki terlemek, esnemek, tükürmek kadar… Fakat ne yaparsın, yanlışlar her daim insanla alakalı.


Hepimize akıl sağlığı yerinde günler, gerçek ilişkiler, elle dokunulur dostluklar diliyorum.

30 Kasım 2014 Pazar

"YAĞMURDAN KAÇILMAZ OĞLUM, SAHİBİNE AYIPTIR"



"biz çocukken yağmurdan okul tatil olurdu"

Yağmurlar mı azaldı…

İzmirde yağmur Körfezi daha da güzelleştiren, Kadifekale'nin eteklerinden süzülen, Karşıyaka' yı sisler içinde bırakan, Asansör den seyrine doyulmaz bir manzara bahşeden, Narlıdere ve ötesini daha da yeşil yapan, Teleferik' i eşsiz kılan, Konak Meydanı heybetli yapan ama asla ve asla İzmirlilerin yüzünden gülümsemeyi almayan öyle bir yağmurdur işte. Biraz melankolik, biraz depresif, yer yer sıkıntı veren sonuç olarak yeni bir mutluluk sebebi. İzmirde yağmur bile bambaşka yağar...

Ona hiç kızamadım hayatımda. Onun tekrar geleceği günleri bekledim hep. Her yağışında aynı nedensiz mutluluğu hissettim. Severken, nefret ederken, gülerken ve ağlarken hiç yanımdan ayrılmadı. Bugün yine yaptığı ve hep yapacağı gibi...

İzmirde ne zaman yağacağı hiç belli olmaz bu meretin; hava 85 derecedir, güneş cayır cayır yakmaktadır, şortla tişörtle sokağa çıkarsınız, yolun ortasında yağmura tutulursunuz; dönüp üstünüze başınıza bir şeyler alana kadar yağmur çoktan işini görmüştür, fermuarını çekmekte olur

Yağmur ...

Bir şehri tam kalbinden
Beyninden vurup gitmek...

Yağmur, şemsiyeyi kapatmak için en güzel sebeptir...

Gün içinde yağıyorsa; bütün işlerim bekleyebilir. Müzik açıp, bir kahve ve bir sigara ile geçeyim pencerenin kenarına gökyüzünü nasıl griye boyadığına şahitlik edeyim.

Akşamsa; sokak lambalarından o'nu takip edeyim, kafamı pencereden dışarı çıkarıp birazcık da olsa nasipleneyim... Ellerimi uzatıp, o'na dokunayım.

Dışardaysam; bi yerde oturayım, insanların yağmurdan kaçışını izleyeyim. Kravatlıların, takım elbiselilerin kaçışı… Topuk sesleri, ıslanan fönlü saçlar, kafasına poşet geçiren hindi gibi insanlar, bir anda ortalarda türeyen şemsiyeciler...

Bir yere gidiyorsam; dilime bir şarkı dolayıp hatta bunu sesli söyleyip ağırdan yürüyeyim. Ruhumu yenilesin yağmur. Yolculuğumda bana yarenlik etsin... İnsanlara birlikte gülelim. Zaten çok telaşlı bir şehrin insanları, daha bir telaşlı oluyor. Yağmur değil de asit yağıyormuşçasına nasıl da kaçışıyorlar.

Deniz kenarına yakın bir yerdeysem; hemen kendimi sahile vurayım. Yağmuru onunla izlemek ayrı bir keyif... Yağmur damlalarının denizin üstünde dans edişini görmek insanı içine çekiyor. İmkânı olduğu vakit hiç beklemem girerim denize, ben de onlarla dans ederim. Yağmur yağarken yüzmek gibisi var mıdır ki? Hem coşkulu, hem arındırıcı…

Ama sokakta yaşıyorsanız yağmur daha zorlaşmasıdır yaşamın Ama fakir evlerin akan damlarında yaşıyorsanız yağmur üşümektir

Herkese eşit yağmıyor yağmur...

"yağmur bu;
sabah yağanı, akşam yağanı, kesilip de başlayanı, durup durup yeniden yağanı var.
yağmazsa hatırlanmayanı, yağarsa unutulmayanı...
ufukta görüneni, görünüp de gelmeyeni...
ağırlaşmış bulutlardan ha düştü ha düşeni..."

Hamiş; Biraz yağmur kimseyi incitmez. Hem

"yağmurdan kaçılmaz oğlum, sahibine ayıptır"