23 Ağustos 2015 Pazar

AKLIMDA DELİ SORULAR



Kim ne dediyse, ne düşünüyorsa, ne konuşuyorsa haklıdır...   
Neticesinde bir akıl kolay yenmez…
Buna destek için uygun memlekette olacaksın, uygun idarecilerin olacak, uygun şehirde yaşayacaksın, anandan babandan uygun genetiğin olacak, uygun insanlara sevdalanacaksın, buna sebep olacak uygun dostlar seçeceksin... Kuş kadar beynin olacak, sen akım derken, herkes bokum anlayacak, anlatacaksın kimse anlamayacak... Kimse anlamayacak sen anlatacaksın…  
Uygun ortamlara düşeceksin, türlü türlü insan göreceksin... Güzelleşeceksin... Fena güzelleşeceksin...  
Aklın almayacak, bardağın taşacak...
Neticesinde kolay dellenmiyor bir insan yavrusu...
Kaç balon uçacak zihninden, kaç kıskançlık, kaç ihanet göreceksin...
Kaç kere neyin faturası lan bu ödediğim diyeceksin...
Kaç haksızlık, eşitsizlik göreceksin...
Kaç aç çocuk uyuyacak içinde geceleri, kaç evsiz üşüyecek... Kaç kadına tecavüz edilecek, kaç genç öldürülecek, kaç adama işkence edilecek... Kaç hayvan katledilecek...
Kolay değil neticesinde...
Hayatta kısa neticesinde...
Kırmızı da esmere yakışır neticesinde  
Papatyalar başımızın tacı neticesinde...
Hadi bakalım o zaman sağdan sayalım memleket kalabalık neticesinde
1 deli, 2 deli, 3 deli...

Hep deli, hüp deli... 

18 Ağustos 2015 Salı

OYUNCAK



Bir Necip Fazıl Kısakürek şiiridir oyuncak…

“Kırıldı oyuncağım, artık bir daha gülmem;
toz olur, toprak olur, duman olurum ölmem!”

Yaşamı ciddiye alan insanın oyuncağı olur mu?
Benim hatırladığım hiç sabit bir oyuncağım olmadı… İki plastik bebek hatırlıyorum, sonra bir köpekli bebek İngiltere’den hediye gelen o zamanlar buralarda bulunmayan ve birde çok sonraları bir Barbie… Benim için bebekle oynamak demek ona kıyafet dikmek demekti… Çok normal bir şey bu çünkü annem terziydi… Çok oyuncak kıymeti bilmezdim… Hala da neden oynanacak şeyin bozulmadan, tabu gibi saklanması gerektiğini anlamam zaten… Adı üzerinde “oynamak” içindir o…
Ama oyuncağa yüklenen anlam hep çok fazla olur…
Sakladığım oyuncaklarım var… Ama çocukluğumda yatağa alıp sarılıp uyuduğum bir oyuncağım olmadı hiç…
Ben yatağa kitap alırdım…
Yani annem bizi yatağa yatırırken elimize kitap verirdi…
Bu aşı bende tuttu da kardeşte pek tutmadı…
Benim oyuncağım kitaplardı… Meydan Larousse, Yelpaze, Ayna, Tarih Mecmuası ve raflardaki bir sürü kitap… 12 yaşıma geldiğimde raftaki bir sürü klasik kitabı okumuştum… Sonra tekrar okuduğumda bazılarını bambaşka anladığımı gördüm çocuk kafamla… İlkokul biterken taktığım gözlük yat artık denildikten sonra yorgan altında minik fenerle okuduğum kitaplardan kalmadır…
Oyuncağı kitaplar olan bir çocuğunuz varsa emin olun başınız sağlam derttedir… Çünkü muhteşem bir hayal gücü geliştirir kitaplar… Hiçbir zaman Pollyanna olmayı beceremeyen ona öykünmeyen çocuk bünyem,  Carmen’i okuduğunda kendini çingene zannetmeyi becermiş, Uğultulu Tepeler’de ki Heathcliff’e kitabın ilk yarısında âşık olmuştu… Hala da bir şey değişmedi…
Ruhum hala göçmen, hala arızalı erkeklere âşık oluyorum…
Kitapların dışında iki oyuncağı çok sevdim hep minik bir film makinesi vardı diskli bir de hala çok sevdiğim renk / çiçek dürbünüm… Yeşil plastik konik bir boru… İçinde kırılan şekiller ve renkler…
Yıllardır hep Kaliedoscope toplamaya niyetleniyorum ama artık çok az var… Dışardan gelen kime söylesem ya anlamıyor, ya bulamıyor… Ama çiçek dürbünüyle hayaller kurarak saatler geçirmişliğim var…
Bütün oyuncakları ve oyunları düş üzerine olan bir kız çocuğundan “ben” oluyor işte…
Sokak oyunları konusunda hiçbir zaman iyi olamadım ben… Hızlı koşamazdım (çocukken zayıftım), yüksek duvarlara tırmanamazdım (ama mahallenin erkek çocukları beni duvara çıkarmak için yardım ederdi, yakan topta illaki hedef olurdum, saklambaçta bir kez çok sağlam saklanmışlığım vardı… Sokak oyunlarındaki başarı kısmı erkek kardeşe aitti…
Sonra büyüdük ve sokaklar bana kaldı…
O küçük naif kız çocuğunu bugün çantasında bıçak olmadan sokağa çıkmayan sert ablaya neler ve kimler çevirdi bilmiyorum. Babamın ölümü elbette sebeplerden biridir ama bir o kadar da insanlara duymakta zorlandığım güven etkilidir diye düşünüyorum.
Dün akşam kardeş dedi ki, ben çoktan sallamışım insanları sen hala çaba gösterip üzülüyorsun… Her zaman benden net oldu…
O kitapları okumayacaktım anne ben…

İnsanların büyüdükçe insanlarla oynadığı bu dünyaya alışamadım ben…
Evet üzülüyorum… Bence kardeşte üzülüyor çünkü biz sevgiyle büyümüş çocuklarız… Sadece çıktığımız dünyanın sevgisizliğine uyum sağlama şekillerimiz kişiliklerimiz gibi farklı… Ama özlerimiz aynı odada gece ışık sönünce korkmamak isteyen iki çocuk hala… İkimizin de sağlam hayal kırıklıkları var insanlardan yana… Dostluktan yana…

Büyüdüğünde de insanlara oyuncak vermek lazım…
Oynamasınlar diye başka büyük çocukların güvenleriyle…

“"sen hiç saçmalamak istemedin mi?" dedim, " çünkü bana göre benimle olman bile saçmalık". Sanırım kendisini övdüğümü sandı. "hiç alakası yok sen çok iyi bir insansın ve beni her zaman anlıyorsun, anlamasan dahi anlamak için çaba sarfediyorsun". Buydu işte benim iyiliğim… bi boktan anlamasam bile anlamışım gibi ayak uydurmak, belki de yoluna çıkmamaktı. "ben seni hiç anlamadım ki" dedim. "sadece kendi haline bıraktım… Her bir insanın diğer insanlara yapması gerektiği gibi". Sanki bir oyunu kaybetmiş, ya da bir işte başarısız olmuş gibi bir hali vardı. Manevi bi çöküş değildi onun ki. Başarmak istediği bir şeyi başaramamanın verdiği rahatsızlıktı. Belki de ilk kez yaşıyordu bunu. İstediği bendim ama istenilen o değildi. Onun için çok zor olmalıydı. Oysaki benim çok iyi bildiğim bir duyguydu.
"neden?" dedi tekrar. İşi çok zordu. Anlayamıyordu. Hâlbuki benim için mükemmel biri olduğunu düşünüyordu. Evet, "benim için" mükemmel. Hatta benim için fazla bile olduğunu düşündüğü zamanlar olduğunu söyleyebilirdim. Sanırım ona en çok acı veren şeylerden biri de buydu. Benim için "bile" mükemmel olamadıktan sonra kendisine biçtiği değerde büyük bi düşüş olacaktı. Belki de bütün derdi buydu.

Çok garip. Bütün kaygılarının bencilce olduğunu şimdi fark ediyordum. Benden daha çocuk olduğunu şimdi daha iyi anlıyordum. BÜTÜN İSTEDİĞİ BASİT BİR OYUNCAKTI. HAYATINDAKİ BÜTÜN STRESİ UNUTTURABİLECEK, DERDİ TASASI OLMAYACAK BİR OYUNCAK. Sahip olamadı. Bir oyuncağı kendi iradesiyle karşısına geçmiş onu terk ettiğini söylüyordu. Basit bir oyuncak kendisine stres yaratmıştı. Zaten birçok derdi vardı onun bir de oyuncağı ile başedemiyordu. İnsan ne diyebilir ki?

Sessizliği seçti. Ben de…”
Hayal gücünüzle doğru orantılı olarak herşey potansiyel oyuncaktır. Tencere kapağı, traş makinası, bir adet sopa, terlik, karton kutu, kedi boku… Hatta zaman zaman insanlar bile… ZAMAN ZAMAN İNSANLAR BİLE…
Devletin elinde, ana babanın elinde, işverenin elinde, sevgilinin elinde, dostun elinde…
Bir bakmışsınız hayatınız “YAKAN TOP”…
Ne diyeyim…
Oyun oynayanlara, hayatı oyun sananlara, insanları oyuncak sananlara…
O top bir gün patlar… Patlamazsa da yan apartmanda ki huysuz ihtiyar keser o topu…
Gürültü yapmadan OYNAYIN…
Neticede " insan her yaşta çocuktur, oyuncaklar değişir. "

"oyuncak, insan yavrusunun ilk kitabıdır; hayat dersi aldığı ilk kitap." - Refik Halid Karay

KALP KIRIKLARI



Kalp kırılınca, iç organlara saplanan kalp kırkları, tıpkı cam kırıkları gibi, ince ama derin yaralar açar, ki o yaralar yıllar boyu sızlar.

Hani şu tabakta bırakılan son lokma gibi… İnsanın ardında kırık kalpler bırakmaması gerekir… Maazallah kovalarlar ardınızdan…

Kırık kalp öyküleri genelde taraflardan birinin diğeri kadar hatta hiç sevmediği, sevemediği öykülerdir… Oysa en derin kırıklar iki tarafında karşılıklı sevdiği ama yine de kırılmış öykülerdir…

Yaşayıp giderken bir şekilde kırılacak kalpler, fark etmeden veya bile bile. Bunun kaçarı yok. Kırılganlık doğasında var çünkü… Kırmak da doğamızda…

Asıl mesele kalbini kırmayacak birilerini değil de tamiratta usta olanları hayatına sokabilmekte.

Hem kırık bir kalbinin olması, en azından denediğini gösterir.

Neticesinde bu da bir dert biçimi…
Her dert gibi var bi çaresi…
Kendi bulmalı insan çareyi, söylerim çareyi ama en güzeli herkesin kendi cevabını bulması…
Başka bir kalbi kırmak değil çaresi...
Başkalarının kusuruna takılmak da değil…
Benzerlerden denemeler yapmakta…
Başı kuma gömüp yok saymakta…
Neticesinde kırılganlığını anlatamamış, her seferinde hassasiyeti artmış kalplerdir bunlar. Onarım çalışmaları genellikle pek başarılı olamaz, yapıştırıcılar sızıverir çatlaklardan...
Bir gün illa elinize gelir kırığın bir pürçeği…

Biz ne yapıyoruz bu tip durumlarda kırıkların çatlakların arasına çikolata parçacıkları ve sadık dostları saklıyoruz...
O zaman hayat tatlı oluyor…
Zira aksi takdirde…

Parçalar içerde durup batmasın, acıtmasın, hem de ziyan olmasın diye birleştirilip kalkan yapılabiliyor...

Neticesinde kalp kırıklığı kaderdir, şanstır, olacağı varmışlıktır, olmayacağı varmışlıktır, zaman mekan uyumsuzluğudur, bişeydir...

“Oysa en derin kırıklar iki tarafında karşılıklı sevdiği ama yine de kırılmış öykülerdir…”


EA.

DÜŞLERİ OLMAYAN GÜÇSÜZDÜR



Düşleri olmayan güçsüzdür. Çocuklaşamaz. Aptalca sorular soramaz, aptalca soruların pesinden koşup kahramanlaşamaz o!

Bu dünya düş mü bırakıyor bize? Nasıl düşleyelim kana boğulmuşken dünya? Nasıl düşleyelim selam verip alamıyorsa insanlık? Nasıl düşleyelim insan türünün sadakatsizliğini, vefasızlığını?

Yoksulluk ne düşletebilir bize? Dünyanın bütün ruh bilimcileri toplansa hangi soru anlam ifade eder yorgun, umudu tükenmiş ruhlara?

Yalnızlar çoğul olmayı düşlerken umutludur. Umutlu olanlar düş kurabilirler. Güçlenir düşlerinin pesinden koşarlar.
"düşlerde geçmiş zaman yoktur. Orada her şey, henüz yaşanmamış bir şeye; zamanın gerisinde başlamış garip bir yarına; gelecek hayattan alınan avansa benzer."

Aklımın merakını mazur görün. Çünkü deneyimleyen zihin daha fazlasına meyletmekte her gün. Düşler insanın gerçeğini oluşturduğu ölçüde yıkımının da mimarıdır…
Yalnızca kendi elimizle var ettiğimiz realitenin gerçeğine kararsız kalmış aklımızın işidir düşler. Yaşayıp giderken nedeni nasılı ve olması gerektiği hali es geçip kendimizce bir yol tuttururuz bazen.
İnsan denen canlı beşerin vizyonu hayalleri kadardır. Ulaşabileceği en üst tepe noktası o düşlerin izin vereceği ölçüdedir, yıkımının alanı da olmayacak beklentiler üzerine bina edeceği gerçekliğinin sarsıcılığı kadardır.
Düşler ve hayal kırıklıkları; ruhun olgunluğa istikametidir bu ve özür dilerim.
Ne kadar gaddar olabiliriz hiç bilmiyorum. Lakin öylece yaşayıp giderken bizden gayrısına anlam yüklediğimiz anda hayal kırıklığı yaşarız onu biliyorum.
Yaşamından büyük olamaz beşer, belki bir masumu eşer de eşer, bulunamayacak bir mücevherin hayaliyle bir başkasını deşer ya da bir sevgiliyi, bir dost kırar geçer…
Tez bir aynaya görün ki fark et hayatının değerini, aksi halde kendine kefen örmeye devam ededurursun. Uzak durmak gerek, yakın durandan… Yoksa tek bir çaren var, celladına hürmet etmek...

O nedenle düş’e düşmemek lazım dostlukta, sevgide…
Ne diyor Fikret Kızılok şarkıda..

"geçtikçe şu günler, anladıkça hayatı
birçok şeyin değeri küçüldükçe küçülür."

Küçülür…   

Oysa düşleri olan kocaman masal kahramanıdır… Yıkamaz onu minnacık devler…

12 Ağustos 2015 Çarşamba

OLMASA DA OLUR...



Uyanıp İsmail ve Lili’yle oynaşma bittiğine göre kahveyi alıp bilgisayar başına geçme zamanıdır. İsmail bizim evin sarı delikanlısı 7 yaşında, iri yarı atletik bir sarman… Lili daha 2 değil, ama tek gözüyle ve giderek büyüyen poposuyla dünya tatlısı bir şey… Olmazsa olmazlarım kedilerim… Maalesef bir insan ömrüne çok sayıda kedi düşüyor…

Sabah kahvesi de olmazsa olmaz… Sabah müzik dinlemek de olmazsa olmaz…
Evlatlar olmazsa olmaz… Ana, baba, kardeş olmazsa olmaz…
İzmir olmazsa olmaz, bu memleket olmazsa olmaz…

Ama “olmasa da olurlar” var yaşamda… “olmasan da olurlar” var…
Arkadaşlarda kediler gibi, bir ömre yakın /uzak çok arkadaş sığıyor… Dostlukla sınamazsan eğer…

Yazmak olmazsa olmaz’mış… Bildim bileli yazıyorum ben… Rahatlamak için, kafamı dağıtmak için, kendime yardım etmek için, birilerine fikrimi, zikrimi ulaştırmak için, kırılan yanlarımı yamamak için, eğlenmek için, söylemek için… Uyarmak için… Gidiyorum demek için, gittim demek için… Bittin demek için… Varsın demek için, yoksun demek için…

Ben anlamam yarı yolda bırakmayı. “beni yarı yolda bıraktın” diyen varsa ayağa kalksın… Varsa da tüm yüreğimle, "anlamamışım seninle aynı yolda olduğumuzu" derim… Çünkü birini, bir fikri, bir düşünceyi yarı yolda bırakmam ben… Safra atar gibi… Artık bana uymuyorsa, artık benle olmuyorsa direne direne sonunu görürüm… Kurtaracak ne var diye döner dururum etrafında… Ve bir gün…
OLMASAN DA OLUR derim… O nedenledir ki bitmeyen ilişkilerim, süren arkadaşlıklarım çoktur… Selamımı kestiğim çok az insan vardır… Ama bana o selamı kestirecek kadar “kötüyse” karşımdaki dünya yerinden oynasa benimle aynı kapta eritemezsiniz onu… Bünyem tükürür…
Allaha şükür bu derece hoşlanmadığım sadece iki varlık sayabiliyorum bu yaşamda… Onlar hiç olmasa daha iyi olur. Çünkü o derece “kötü” ve “yanlış”lardır… Sadece benim için değil elbette, varlıkları yakın çevrelerine zarardır hep… İlla ki zarar verirler… Ehven-i şer olanları da vardır bu kötüler diyarının… Onları ise sürekli kontrol altında tutmak gerekir yaşamınızın bir yerinde durmaları elzem ise, o ya da bu nedenle… İş, güç, sosyal yaşam derken bunlardan çok dolar yaşama…

Bu memlekette “olmasa da olur”lar hızla artıyor bugünlerde… Hatta topu olmasa daha iyi olur… Bir halkı bu kadar zorlamak tehlikelidir… Bu kadar şuursuz oynamak tehlikelidir. Bu kadar can yakmak ve bunu kişisel ego ve hırslarla yapmak çok tehlikelidir… Maazallah örnekleri var tarihte… Bu tip tavırlar sürmez… Uluslar sürer…

Yani küçük ölçekten de baksan, büyük ölçekten de bu yaşamın olmazsa olmazları ve olmasa da olurları var…
Sizin yaşamınız için bunlar nedir?
Benim için bu yaz bir ayıklanma süreci oldu… Açıkçası sabrımı daha güzel şeyler için saklamaya karar verdiğim anda “olmasa da olurlar” dökülmeye başladı yaşamdan…
Samimiyetsizlikler,
Bencillikler,
Zor anında yanında olup, zorlandığında bulamadıkların,
Egosu yüksek insanlar,
Her tür başarıyı kendine mal edenler,
Kıskanç insanlar…
Ortak bir amaç için yola çıkıldığında maskesiz yüzlerini gördüklerin,
Nedense iki kısa yılda bir revize olurlar hep…

Bilmem yaşamın uzun yılları daha var mı önümde… Nasip, kısmet… Ama eğer varsa, bu yıl şunu kabul ettim ki “çok derinden”… Bu yol yalnız yürünüyor…
Beklentilerimin yüksek olduğu kesin insanlardan…
Çünkü tutarlılık bekliyorum, ağızdan çıkanı kulağın duymasını bekliyorum, cesaret bekliyorum, samimiyet bekliyorum, sorumluluk bekliyorum, elini taşın altına koyabilecek yürekte olmasını bekliyorum, yalan söylememesini bekliyorum… Korkak olmamasını bekliyorum… Çıkarcı olmamasını bekliyorum, post değil dost derdinde olmasını bekliyorum…
E haliyle bunları bekleyen tüm diğer insanlar gibi ciddi hayal kırıklıkları yaşıyorum.
Bazılarını ifade etmek zor geliyor... Çünkü "bir şey yaptın bir gün, bir laf ettin, bir yerde öyle bir duruş sergiledin ki bende ki yerin bitti" diyemiyor insan bazen… Sürüklüyor… Bitişine doğru…

İşte orası size benim sizi bıraktığım yer gibi gelse de siz beni çoktan bir yerde bırakmış oluyorsunuz.

Ben hep böyle bıraktım geride bıraktığım insanları… Hastalıkta, zorlukta yanlarında olduğum… Bedenin zevkleri, ruhlarının bencillikleri için aslında beni benden çok önce bırakmış olanları…
Yarı yolda bırakılmış hissetmişlerse fotoğrafın genelini görmediklerindendir.

“Olmasa da olur” gibi hissettiniz mi hiç sizin için çok değerli olan bir şeyi…

Çok can yakıcıdır. Bir vakit sizin için o derece değerli bir duygunun içinin boşalması…
Ne yapsanız eskisi gibi hissedemeyeceğinizi bilmek çok can yakıcıdır…
Orası vazgeçtim senden yeridir…

Vazgeçtiğim yerlere selam edeyim bari buradan…

Sizin “olmasa da olurlarınız” neler?

Ursula K. LeGuin’in “Karanlığın Sol Eli”  kitabının ilk sayfasında yazan cümle çok önemlidir…
“sine qua non”

“Olmazsa olmazlarınız neler?”
“Olmazsa olurlarınız neler?”

O nedenle;

"Olmasa da olacaksa, olmasa da olur.
Ne ki, olmasa da olur.
Hiçbir şey olmasa da olur.
Çünkü her şey olur.”

OLURU NE Kİ BU YAŞAMIN?

Kusursuz olmasa da olur “huzursuz” olmayalım yeter…

8 Ağustos 2015 Cumartesi

BİR DÜŞÜNCESİZ İNSAN



 “BEN DÜN YOLDA BİR DÜŞÜNCESİZ İNSAN GÖRDÜM”

Cümle içinde kullanayım dedim… Ancak çok gerçek, çok samimi bir cümle oldu…

Düşünceli bir insan mısınız? Yani bir şeyi yaparken ötesini, berisini düşünür müsünüz? Hesaplar mısınız değil ama “düşünür müsünüz”…?Bu hesap/ kitaptan farklı bir durum çünkü bazen insanın genetiğinde kodlu…

Çok uzağa gitmeyeyim ben büyüttüm diye evden başlayayım… Benim aslan parçası “düşüncesizdir…
Yani; yeni temizlediğiniz bir eve haldır huldur ayakkabıyla girer… Dolaptaki herhangi bir şeyi acaba bunu bir şey için saklamış olabilirler mi diye düşünmeden alır yer ya da milyon kere söyleseniz banyo lavabosunun kenarında sigara izmaritini bırakır… Asla açtığı kapıda sizi karşılamaz, kesinlikle aklına gelip şuradayım buradayım diye haber vermez… Şartları düşünmeden küt der en son söylenecek lafı söyler geçer… Anası benim, hiç mi öğretmedim? Bazı lafları milyon kere tekrar etmişliğim var herhalde ama yaşamda bazı şeyler ya bir aydınlanmayla ya da musibetle öğreniliyor… Çünkü ben bu tavırların genetik olduğuna inanıyorum/ ya da görsel tekrarın artık içimize işlemesi diyelim…
Çünkü bu tavırları bana bir zamanlar yakından tanıdığım bir başkasını çok hatırlatıyor…
Ama bu düşüncesiz bu tavırların hiçbiri bir kasıt taşımaz… Bilerek birine zarar verme, içinde fesatlık barındıran tavırlar değildir… Çünkü yapmadığı tüm bu şeyleri karşıdan bekler… Bu da bende “farkında olmamak hissiyatı” yaratır… Bunlar düşüncesizliklerdir… Evlatta bile olduğunda alınırsınız ama affı çok kolaydır…

O da birçok insan gibi yaptığının “farkındalığında” değildir… Ama onun ki sizde affı en kolay olandır.

Birçok insan tanıyorum sosyal yaşam içinde… İş/güç, eğlence, sosyal birlikteliklerde dirsek teması yaşadığım…

Hepimiz bu yazacaklarımdan şikâyetçiyiz biliyorum…

Bizi lazım olduğumuzda arayan arkadaşlardan, yaptığımız bir şeye teşekkür etmeyi unutan insanlardan,  emeklerimizi bilerek ya da daha kötüsü farkında bile olmadan görmezden gelenlerden…
Yolda sinyal vermeden yolumuzu alan şoförlerden, arka masada oturup habire sandalyesiyle sizin sandalyenize çarpanlardan, toplu taşım araçlarında yüksek sesle kız arkadaşıyla dedikodu yapan kadın/kız tayfasından…  Sokaklardaki ter kokusundan, yerlere tükürülmesinden, bir yerde sıraya girdiğinizde arkasındakileri düşünmeden işini uzatanlardan, ben bir şunu versem olur mu deyip sizin dakikalarca beklediğiniz sıranın önüne geçenlerden… Gece on ikiden sonra bile gürültü yapan komşulardan… Zaman ve emekle hazırladığınız yemeği haldır haldır yiyip kalkanlardan, eline sağlık yerine kusurunu söyleyenlerden… Yeni temizlediğiniz eve ayakkabıyla girenlerden ( leylam büyük affet beni ya, bunu hep yapıyorum, düşüncesizin allahıyım) ama beni hiç rahatsız etmiyor bu eylem, ev benim olduğunda zaten sevmiyorum insanların ayakkabı çıkarmasını… Ama ona hep yapıyorum…  

Daha çok var değil mi?
Herkesin kendi değerlerine göre değişiyor bunlar…
Hepimiz bunlar ve benzeri şeylerden şikâyetçiyiz ama yapanlarda yine “HEPİMİZİZ”

Bazen etik olup olmaması sorun teşkil etmiyor bir tavrın… Etik olarak sorun taşımasa bile öyle ciddi bir düşüncesizlik taşıyor ki… İnsan ister istemez kırılıyor bazı davranışlara…
“Herkesin özgürlük alanı var” işte tam da bu, düşüncesizlikle iç içe giren bir durum oluyor…

Mesela benim kişisel seçimim diye sizi çok rahatsız edecek bir şeyi yapan ve beni anlayışla karşılayacağını umuyorum diyen bir dost… Düşüncesizdir.

Ayrıldığımız insanların özel yaşamı olması normaldir… Ama bir adam sizin, ailenizin, arkadaşlarınızın bulunduğunuz yere sizi aldattığı kadını getirirse düşüncesizdir… Ya da neyse artık… Hele de aksi durum bu ülke de cinayet sebebiyken… Mesela ben aldatılmayı önemsemeyebilirim ama buna cinayet işleyebilirim…

Bir arkadaş özel hayatını istediği gibi yaşamak hakkına sahiptir ama iki kişilik bir ortamda birlikte adım atıp yalnız kalıyorsanız bu düşüncesizliktir…

Bir insan kırılacağınızı bile bile sizi üzecek bir şeyi anlatabiliyorsa, bir başkasının size dair sizi üzecek düşüncesini sizi kıracağını düşünmeden söylüyorsa, düşüncesizdir.

Bir başkası “sizi okumama özgürlüğüne” sonsuz sahipken, karşınıza geçip “senin yazdıklarını beğenmiyorum, kötü yazıyorsun” diyebiliyorsa düşüncesizdir.  Hele de siz ona bu becerinizle emek sarf ettiyseniz büyük düşüncesizliktir… Keyfiniz kaçar, üzülürsünüz, bir daha yazamazsınız onun için…
Ve anlayamazsınız sizin için çok özel olduğunu bilebileceği bir şey için bunu nasıl yapabildiğini…

Bir diğeri işine bir ihtimal yararsınız diye selam sabahı eksik etmeyip, bundan iş çıkmayacak galiba diye düşündüğü noktada selam sabahı kesiyorsa “düşüncesizdir”

Size aylarca merhaba dememiş biri bir iş için sizi aramaya utanmıyorsa “düşüncesizdir”

Yalnızlık noktasında sizi arayıp, etrafları kalabalık olunca aramayı, davet etmeyi unutanlar düşüncesizdir…

Kendi hassasiyetleri konusunda son derece dikkatliyken, başkalarının hassasiyetlerinde gözleri kör olanlar “düşüncesizdir”

Yakın plandakiler sizi kırarken, uzak plan sadece sinirlendirir…

Düşüncesiz insanlar karşısındakinde on ömür olsa onunu da çürütebilecek kapasitedeki insanlardır. Sürekli bir memnuniyetsizlik halindedirler… Yaptıkları kabalık ya da düşüncesizlik hatırlatıldığında olay daha da çıkmaza girer… Kavga kaçınılmaz olur… Ya da en iyi niyetle “Ben böyleyim” der geçerler… Bunun birilerini üzdüğünü ya da kırdığını söylediğinizde “salla” “bana ne ya” “ kasmayın ya hayatı bunlarla” “abi ben böyleyim, yersen” gibi muhteşem başarılı, insanın ağzına süpürge sokulası laflar ederler genelde…

Bu insanlar, asla yaptıklarının bir hata olduğunu düşünmezler. Eğer belli yaşa kadar bunların yapılamaması gerektiğini öğrenememişlerse hiçbir zaman da öğrenemeyeceklerdir zaten. Bazıları ise seçilmiş düşüncesizliklerdir.

Çok sevdiğim bir dostum vardır. Şehr-i İstanbul’da gittiğimde beni misafir eder… Kuralları, prensipleri olan bir adamdır. Bir başka çok sevdiğim dostum da şu an uzaklardadır. Bu iki adam gördüğüm en prensip sahibi, net ve düşünceli arkadaşlardır. Birisi daha net bir sertlikle koyar tavrını diğeri daha naiftir. Ama ikisinin de ortak noktası siz onların sınırlarını çok net bilirsiniz onlarda sizinkilere sonsuz saygı duyarlar… Varlıkları için ikisine de her daim teşekkür edeceğim sanırım. Bu ne işe yarar siz kendinizi güvende hissedersiniz. Zemin kaygan değildir. Karşınızdakinin tavrı net ve açık olduğu için size ne yapıp yapmayacağını bilirsiniz… Bu zarafet ve düşüncelilik inanılmaz rahatlatıcıdır. Çünkü sizin hakkınıza saygı duyarken kendi haklarını da korurlar… Bu çok zor becerilen birşeydir. Benim için öyledir.
Ne hikmetse kadınlar düşünceli olma konusunda erkekler kadar iyi değildir… Ben de dâhil…

Düşünceli erkeklerle büyümüş bir kız çocuğuyum ben… Babam, dayım, eniştem… Yakınımdaki yetişkin erkekler hep düşünceli idi… Erkek kardeşe kendinizi teslim ederseniz sizin yerinize herşeyi düşünür, halleder… Benim teslimiyet problemim bazen onla çakışır sadece...
O nedenle bahtıma düşen, “diğer türlüsünü merak ediyorum”dan kaynaklı seçimlerimin sonucu olan adamların düşüncesiz halleri beni hep kırmıştır…
Bakınız yaş günü teşekkür yazısı… İnsan Whatsupp’tan yaşgünümü kutlar azizim... Bir arkadaşın sana yapar, elbette oradan mesajla kutlar da… Bazı insanların yapmaması gerekir…
Ayrıca özel günler çevrenizdeki insanların düşünceli olup olmadığını anlamanız için harika fırsatlardır.  Denemesi bedava… Yakın tarihte denenmişi var… Sapla samanın ayrılmışı var…

Ancak “çok düşünceli insan” modeli de vardır ki o da candan can alır…
"yazıktır günahtır kimin çocuğuysa" denilesi insan modelidir bu…
Kendilerini yer bitirirler… İçten yanmalı motor misali… Bunlara huzur yoktur yaşamda...
İşin kötü yanı bu duygu durumu zamanla iki tarafı keskin bıçak olur ve başkalarına da zarar vermeye başlar… Çünkü sizde nasıl davranacağınızı şaşırırsınız… O kadar düşüncelidir ki yaptığınız hiçbir şey yeteri kadar düşünceli olmaz… Ve onu hiçbir zaman yeterince “mutlu” edemediğiniz hissiyatına kapılırsınız… Çünkü onlar herkesi mutlu etmeye çalışırlar. Hayır demekte zorlanırlar.  Çok ufak ayrıntılara takılırlar. Ufak bir gülümseme ya da beklemediği ufak bir tepki onu saatlerce hatta günlerce düşündürebilir. Velhasıl düşünceli olmanın fazlası da beklenti içerir. Yani onlar bunu yaparken sizi çoğu zaman beklenti içinde bırakırlar…  Ve muhtemelen en ağır düşüncesizlikleri bu derece düşünceli insanlar yapar.  Çünkü düşünceli olmaya takılmışlardır aslında düşündükleri karşılarındaki insan değil düşünceli davranma eyleminin kendisidir.

 Kısaca; yapılan eylemin karşı tarafa ne gibi zararlar vereceğini düşünmeden yapılan her şey düşüncesizliktir. Odunlukla default gelen bir özellik olup kalp kırıklarının başlıca sorumlusudur. Genelde bir şeyi yapmak değil, aklına birşey yapmayı getirememek olarak kendini gösterir. Kaliteli odunlarda yapılan hayvanlıklar ve yapılmayan incelikler beraber bulunabilir. O nedenle düşüncesizlik genel olarak yapanın ıslak odunla dövülmesini gerektirecek birşeydir.

Yaptığının bizim düşüncesizlik dediğimiz sınıfa girdiğini düşünmeyen ya da kabul etmeyen, bu kendisine söylense bile zeytinyağı gibi üste çıkanlar için değildir bu yazı…
Çünkü bu halt, genelde kalp kırmamaya özen gösteren, kendisini karşısındaki insanın yerine koyabilenlerin de yer yer yediği nanedir. Kendince iyi niyetli söylediği sözün karşı taraf için nasıl kırıcı olabileceğini, lafı söyledikten çok sonra anlar bazen insan, evet bir dingillik yapmışsındır, üstelik bazen karşı taraf alındığını da çaktırmaz, ama olmuştur bir kere…

Ben zaman zaman çok düşüncesiz olabilirim mesela ama seçilmiş düşüncesizliklerim de vardır. Bana saygı duymayan insanlara düşüncesiz davranmaya başlarım mesela… İstemeden yapılan herşeyi kabullenebilirim ama kasıt taşıyan düşüncesiz tavırlar benim için kabul edilemezdirler… Mesela o kadar düşünceli arkadaşlarım vardır ki rahatsız etmemek için hiç aramazlar… Aradığımda da yahu beni bilmiyor musun ben kimseyi aramıyorum derler… Ne diyeyim “yalnız” kalsınlar o zaman…

Olaya toplumsal açıdan bakarsak; hep başkalarının fikirleri, argümanları ile yaşayıp kula kulluk etme felsefesini dibine kadar benimsemiş, cehaletini kabul etmeyen, sığlığının farkında olmayan milyonların sürekli içinde olduğu eylemdir “düşünceli” olmama halidir DÜŞÜNCESİZLİK...

VELHASIL, DÜŞÜNCESİZLİK İNSAN TURNUSOLÜDÜR.


SONSÖZ; (alıntıdır)

Her şeyin özüne gitmeli insan, görünene değil. Bildiğin gördüğün kadardır çünkü gördüğün baktığın kadar ve baktığın düşündüğün kadar. Baktığını görmez, gördüğünü düşünmezsen eğer, gördüğünün bildiğine sığmadığını da göremezsin…

5 Ağustos 2015 Çarşamba

MİŞ'Lİ GELECEK ZAMAN...




Hayatta bir hikâyeniz mi var yoksa bir rivayetten mi ibaretsiniz…

Miş’li geçmiş zaman…
"miş"lerinde hikâyeler barındırandır.

Geçmiş zaman
Şimdiki zaman işgalcisidir.
Söküp atamayız, ne içimizden ne de hayatımızdan...
Geçmiş zaman şimdiki zamanın -yor ekinde mutlu olamayanların, -miş gibi özledikleri, geçmişte kalmış olan zamandır…

Geçmişimi ikiye ayırıyorum ben… 20 yaşına kadar olan kısım ve sonrası…
Yani bir evin çocuğu olduğum zaman ve bir gün büyüdüğüm nokta…
Yaşama dair hiçbir sorumluluk hissetmediğim yer ve sonrası…
Güven dolu korunaklı yaşamımdan güvensizlikler, kaygılar ve mücadeleye geçtiğim nokta…

Şüphesiz bir gün bir yerde hepiniz büyüdünüz… Çünkü ister istemez büyür insan… Gerçi tanıdığım bildiğim yaşam boyu büyümeyi reddeden insanlarda var… İnatla ve başarıyla…
Oysa büyümenin bambaşka bir lezzeti vardır.
20 yaşıma kadar acı duyduğum şeyler bir şey için izin alamamak, bir kız arkadaşla ilgili sıkıntılar, erkek arkadaş üzüntüleri, bir kaç aile büyüğünün normal kabul edilen ölümleriydi… İnsanın kabuğunun dışında kalan acılarmış bunlar…

Birgün bir acı bir anda kabuğunuzu kozmik bir patlamayla darmadağın ediyor “muş”…
İşte size “miş’li, muş’lu” bir geçmiş zaman hikâyesi…

Miş’li geçmiş zaman dünyada bir tek Türkçe’de olan zaman kipiymiş… Rivayet mi bilmiyorum.
Doğrudur;  çünkü biz bu derece rivayetlere, hikâyelere, dedikodulara öyleymiş, böyleymişlere meraklı bir milletiz… Bildiğim şu ki Hint Avrupa dillerinde tam olarak aynı biçimde bir eşi bulunamayan, Türkçe’ye özgü çok özel bir zamandır kendisi. Ve bu nedenle saygıyı hak eder.
Belki de sırf bu nedenle “geçmiş” bu derece kıymetlidir…

Ama aynı zamanda bir varmış, bir yokmuş’un zaman kipidir neticesinde…
Dâhil olduğunuzu değil bir bilgilenimi anlatır…
O nedenle biri bana -filanca şunu de “miş”- dediğinde itibar etmem… Neticesinde duymuş olma sorumluluğunu atlayan, ben duymadım ama sen bil içeren, olur da birisi gerçekten mi diye sorgularsa adresi net olmayan, dedikodu içeren bir bilgilendirmedir kendisi… O güzelim “miş’li” geçmiş zamanın içine edildiği yerdir kendisi… Hikâye zamanıdır işte bu noktada…

Hakkında çok dedikodu yapılan insanlardan mısınız?
Yani hakkınızda çok “miş”li geçmiş zaman hikâyesi var mı? Ben bu kadar açık yazıyor ve konuşuyor olmama rağmen benim var...

Dedikodu “miş”li geçmiş zamanı olmayan geçmiş zaman benim için çok kıymetlidir. Her zaman eski fotoğraflar beni çok mutlu ediyor, hele de yaşadığım yerlerin eski fotoğrafları ve eski insanlarını görünce daha da hoşuma gidiyor, hep keşke o zamanda olsaydım diyorum.  Geçmiş zaman daha güzel, daha gerçek geliyor sanki bana… İnsanların bir hikâyesi olmasını seviyorum… Geçmişin bir rivayetten ibaret olmamasıyla karşılaşmayı seviyorum…
Büyük teyzemden kalan bir nota kâğıdı, dedemden kalan bir ehliyet, tanımadığım insanların sararmış geçmiş fotoğrafları ondan belki de beni bu kadar mutlu ediyor…

Çünkü şimdiki zamanda hakikatsizsiniz… Çıkarcısınız… Hesaplısınız… Çünkü “gelecek zaman” kaygısı içinde biriktiriyorsunuz herşeyi… İnsanları, başarıları, parayı, malı-mülkü ve işte ondan şimdiki zamanda bana itici geliyorsunuz…
Bilmediğiniz bir gelecek zaman kaygısı ile şimdiki zamanda insanların geçmişinde kalan kötü hatıralar olmayı seçiyorsunuz…

Son üç gündür geçmiş 49’u kutluyoruz… Oysa gelecekte bir 49 daha olmayacak kutlamak için…
Ne çok şeyi “geçmişe” hediye ettik…

Bugün o çoktandır yazmayı istediğim kitaba başlamanın zamanıdır… Kafamın içinde kâğıtlarımın arasında bölük pörçük yazılmış, notları tutulmuş “miş’li geçmiş” hikâyesine ilk adımı atmanın tam zamanıdır… Umuyorum ekranlardan değil elinizde tuttuğunuz sarı sayfalardan sizinle buluşabilir… Benim gelecek zaman için dileğim budur…

“İÇİMDE HEP NEDENİNİ BİLMEDİĞİM BİR TELAŞLA YAŞIYORUM…” diye başlıyor…

Geçmişten geleceğe hikâyeleri bırakmak için bir yerde geçmişi içimizdeki telaştan ayıklamak lazım…

İşte o nedenle soruyorum…

HAYATTA BİR HİKÂYENİZ Mİ VAR YOKSA BİR RİVAYETTEN Mİ İBARETSİNİZ…

1 Ağustos 2015 Cumartesi

AYNA AYNA SÖYLE BANA”BENDEN DAHA GÜZEL VAR MI DÜNYADA”



güzellik insanın kendini sevmesinde, doğurdu evlatta, doğacak torununda...

Sabah gözümü açıp internette haberleri, paylaşımlarından keyif aldığım birkaç arkadaşın paylaşımlarını okumaya başlamıştım ki… Kurulamayan koalisyon, ölen gencecik insanlar, kadın tecavüzleri, cinayetleri, haksızlık, hukuksuzluk arasında bir paylaşım geldi önüme…
“GÜZELLİK YANILGISI”

Yazıyı “TIME” için yazan eski bir profesyonel basketbolcu, Kareem Abdul-Jabbar'a göre, kadınlar için belirlenen güzellik algısı hatalı. Yazıya elbette bulunduğu konum ve meslek gereği sporcu kadınlar arasındaki güzellik algısıyla bakmış… Williams kardeşlerin teniste ki başarıları malum ama yazıda çok önemli bir noktaya değinmiş bu kadınların tüm başarılarına rağmen sponsorluk ve reklam gelirlerinde Sharapova’nın gerisinde kaldıklarından bahsediyor… Çünkü bu iki kadın muhteşem yetenekli olmalarına rağmen bize her türlü kanalla dayatılan güzellik kavramına sarışın, uzun boylu, ince ve güzel rakipleri kadar uymuyorlar… Ve güzellik algılamamız “Victoria Secret” düzeyinde…

Kadına tecavüz ve taciz sadece cinsel yolla olmuyor… Kadın için belirlenmiş tüm “KADIN KRİTERLERİ” aslında bir tür tecavüz… Yazının birkaç yerini olduğu gibi paylaşıyorum… Diyor ki Cabbar;

“BİZLERE GÖRE KADIN SAVUNMASIZ VE ERKEK KARŞISINDA KENDİNİ KORUMAKTAN ACİZ OLMALI. AYRICA DA ERKEĞİN TOPLUMDAKİ KORUYUCU VE KOLLAYICI, KADININ İSE ÇOCUKSU VE ZAYIF ALGISI SÜRMELİ. (NEREDEYSE TÜM ‘ROMANTİK’ İLİŞKİ PORTRELERİNDE, KADIN ERKEĞİN KOLLARI ARASINDADIR VEYA ONUN TARAFINDAN YATAĞA TAŞINIR.)
BU MİTİK GÜZELLİĞİN PEŞİNDE GEÇEN NAFİLE YOLDA NELER YAŞANMIYOR Kİ… YÜKSEK TOPUKLAR İÇİNDE AYAKLARIN GÖRDÜĞÜ EZİYETLER, CERRAHİ MÜDAHALELERE YOL AÇAN GEREKSİZ ESTETİK AMELİYATLARI VE AÇ KALMAK SURETİYLE BİR ZOMBİYE DÖNÜŞÜLEN KİLO VERME SÜREÇLERİ… HEPSİ DE KENDİ YARATMADIKLARI BİR HAYALİ FİKİR UĞRUNA.”

Doğduğumuz anda başlıyor “güzel kız”, “büyüyünce manken gibi olacak valla” vurgulamaları…

Şahsen ben bu konuda tam bir hayal kırıklığıyım… Doğduğunda “güzel” olarak algılanmış bir bebekmişim… Bana hep sen çok güzel “din” diye anlatılır çocukluğum… Bu cümle kuruluşu bile tek başına yeterli geliyor birçok şeyi anlatmaya… 16 yaşıma kadar standartlara uygun ince bir çocukken birden çalışan hain hormonlar ve bir hastalık sürecinde alınan kortizonun yan etkisiyle aniden “tombul” bir genç kız olduğumda ben erkenden tanıştım dünyanın “güzellik algılarıyla”
Hayatımda duyduğum en acımasız söz iki kız arkadaşımın benim duymadığımı zannederek “ya boşver nasılsa beğenmez o çocuk Emine’yi baksana şişman sözüydü”
Hayır, bunu duydun bir zayıfla dimi J
Ben bu laftan sonra kilolarımı değil o iki genç cahil kız çocukla arkadaşlık etmeyi bıraktım…

Ama elbette o süreçte yaşadıklarım yaşamım her yerine yayıldı… Çok okuyan bir çocuktum… Daha çok okuyan bir genç kız oldum… Sakin ve yumuşak başlı bir çocuktum, sinirli alıngan ve güvensiz bir genç kız oldum… Ve bu güzellik algılarına karşı sıkıntım çok uzun yıllar sürdü…
Bir kapıdan girdiğimde ya da bir ortamda merhaba dediğimde genelde nasılsın, iyi misinden sonra ilk sohbet “zayıfladın mı sen” ya da “biraz kilo mu aldın” oldu…  Eğer o konuşmalardaki kadar vücut kilom değişmiş olsaydı 40 ile 150 kilo arasında gidip geliyor olurdum…

Oğlumu doğurmak için hamile kaldığımda “64” kilo tombul bir kızdım… Rakam olarak fazla gibi görünmese de boy 1.53 J  Ancak hamilelik süreci bana tuhaf bir şey yaşattı “62” kilo ile tamamladım hamileliğimi… Ve 4,5 kilo bir canavar doğurdum,  hem de o boyla 56 cm.lik bir bebeği karnımda taşımayı becermiştim… Doğum sonrası 3. Gün tartıldığımda 53 kiloydum… Ve takip eden 1,5 ay içerisinde 44 kilo kalmıştım… Ve çok mutsuzdum :) Gerçekten de hayatımın en sıkıntılı günlerini yaşıyordum…  Bir sabah zayıf uyunmak genç kızlık hayalimdi… Oğlum bana bunu hediye etmişti gelişiyle… Babası da yaptıklarıyla :)

Ve ben o zaman şunu anladım… “UMURUMDA DEĞİLDİ”

BİZE DİRETİLEN “BOY- YAŞ- KİLO- GÜZELLİK” STANDARTLARI… “UMURUMDA DEĞİLDİ”

Hala da değil… Çünkü yıllar içinde o zaman kaybettiğim kiloları geri aldım… Bu arada o zayıf halimde kendimi çok çirkin bulmuştum… Mini Mouse gibiydim… İki koca kepçe kulak, koca iki göz ve koca bir burun ve koca iki göz ama surat yok… Daha sonra ki yıllarda bir kez daha 50 kilo kaldım… İkiz bebeklerimi kaybettikten sonra yaptığım “yemek yeme diyetiyle” Yani yaşamda ne vakit zayıflasam bir sıkıntım olduğu için oldu bu…

Yarın 50 oluyorum… Hala bana beni her gördüğünde “kilomdan” başlayarak konuya girenler var… Gülümseyerek karşılıyorum bunu…

21 yaşında babamı kaybettim… 27 yaşında güzel dostumu toprağa verdim… Bir sürü bebek kaybettim… Bir sürü arkadaşımı daha 45’lerini göremeden yitirdim…  Her gün gazetelerde bir sürü kötü şey okuyorum… Bir anneyim hatta babaanneyim yakında… ve hala ne zaman bir kadın topluluğuna girsem kilo konuşuluyor… Hadi bende fazla var, ama bazen bunu hiç fazla kilosu olmayan kadınlar hem de eğitimli, gayet başarılı, güzel kadınlar konuşuyor…

“KENDİ KENDİNE TECAVÜZ EDEN KADINLAR” diyorum ben onlara… Tüm zekâları ve eğitimleriyle standartlaştırılmış güzellik kalıplarının üstünde düşünemiyorlar… Hala oturup yedikleri diyet yemeklerinden bahsediyorlar, deniz mevsimi geliyor diye zayıflamaya çalışıyorlar… Fiziki genetiği ince ve uzun olan insanlar var, ne kadar istese kilo alamayanlar var… Ufak tefek insanlar var, iri yarı kadınlar var… İnsanın bedeninden utanma duygusuyla yaşaması çok zor birşeydir bilirim… Ve güzelliğin sizin zekânızdan çok prim yapması insanın ağırına gider onu da bilirim…

Çok uzağa gitmeyeceğim içinde bulunduğum bir sosyal oluşumda bile konunun hiç alakası yokken kadının güzelliği bir ölçü… Sosyal hizmet için bir araya geldiğimiz her toplantı öncesi konu “ne giyecez, nasıl görünecez”… 1500 TL’lik bir yardım yapılacak geceye 1000TL harcanıp güzelleşilip gidiliyorsa orada bir çirkinlik var… Birileri bana ben o kadar işi yaparken sen kısasın, kürsünün arkasına boylu poslu biri lazım diyorsa orada kocaman bir yanlış var :)

Cabbar yazısını şöyle bitiriyor…

GÜZELLİK KAVRAMININ TEMSİL ETTİĞİ ŞEYLERİN TARİH BOYUNCA DEVAMLI OLARAK DEĞİŞMESİ, BU SABİT FİKRİN BEYİNLERİMİZİN YERLEŞİK BİR PARÇASI OLMADIĞINI ZATEN SÖYLÜYOR. GÜZELLİK STANDARTLARI KONUSUNDAKİ DAR FİKİRLERİMİZİ AŞMAYA ÇABALAMALI, HER YAŞTAN HER KADINI OLABİLECEKLERİ EN İLERİ NOKTAYA GİTMELERİ İÇİN CESARETLENDİRMELİYİZ. YAPABİLİRİZ, YAPACAĞIZ VE BAŞARACAĞIZ.

NOT: Ben kendini beğenen bir kadınım… Kendiyle kavga eden ve bu diretmelerle hayatını zehreden tüm o yollardan geçtim… Bedenim benim… Kimsenin nereden çıktığını bilmediğim standartlarına uygun olmak zorunda değil… Bir kadın olarak bedenimi kim olduklarını bile bilmediğim “erkek” zihniyetinin beğenisi için şekillendirmek zorunda hissetmiyorum ve “kadın” zihniyetinin yarışmalarına sokmak istemiyorum… “allaha şükür” aşırı kilo almanın sadece bir sağlık sorunu olduğunu düşünüyorum… Sigara içmek, fazla içki tüketmek, kişilik bozukluğu gibi sağlık sorunlarından biri… BU konuda sıkıntı yaşayan varsa diyetisyenden önce doktora gidecek… Elinde bir pet suyla dolaşıp, dümdüz karnını tutup “ay hala kilom var, sen görmüyorsun” diyenlerde en yakın psikoloğa başvuracak…

SAĞLIKLI YAŞAM KALİTESİ SİZİN İÇİN NEYSE “GÜZEL” OLDUĞUNUZ NOKTA ORASIDIR…
Ve kanımca dünyanın en güzel kadını kilo alabilen, yaşlanabilen MONİCA BELLUCİ’dir Jyazı okunsun diye onun fotoğrafını koyacağım mesela… daha çok iş yapıyor :) Güzellik böyle bir şey işte… 



Güzellik bulunduğunuz çağın ve dönemin algılarına göre bedeninizden hoşnut olmanız ya da olmamanız sadece...
  
Karşı cins tarafından beğenilme kaygılarımıza gelince;

Babam derdi ki ;

DELİKLİ BONCUK YERDE KALMAZ, DELİ KIZ EVDE KALMAZ
:)

Beni beğenmeyen süpürge olsun :)