31 Mayıs 2015 Pazar

ERKEK KARDİŞ...


Değişik bir tatlı çeşididir erkek kardiş…

Yaşamınızın olmazsa olmaz sıralamasının en başını hiç bir şeye ve hiç kimseye kaptırmaz kolay kolay erkek kardeş. Evlatla yarışır birtek...
Benimki cin kişidir, zeki olsun, size ibret olsun diye dünyaya getirilmiştir. Size hediye verilmiş bir şeydir kardeş, aslında sizin tam anlamıyla kendiniz, ama başka bir zamanda dünyaya gelmiş kendinizdir.
Bir de büyür bunlar, size tepeden bakar, konuşmaya hatta mümkünse konuşmamaya başlar erkek kardişler...
Konuşamadığı sarı tongurdak saçlı halini özlersiniz… Çünkü konuştu muydu sürekli sizi eleştirir… Sizi eleştirmek adeta beyin sporudur allahsızın…
Kronik huysuz olan varlıktır. Ne yapsanız çemkirecek bir şey bulur.

Büyürken saat ve mekân kısıtlamaları yüzünden gidemediğiniz her yere (ailenizin gitmediğinizi sandığı her yere), rahaaaat rahat gidin diye kardeşinizi kolunuza takarlar… Bu gezintilerde nasıl olsa kardeşi yanında, korur ablasını inancındaki anne baba sizin gitmenize ses etmeyecektir… Ancak bu arada siz "ulan ya birine pislik yaparsa şimdi bu, kesin uğraşır şimdi birileriyle, dayak yer kesin bu, kıyamam, gebertirim valla yan bakanı kardeşime" düşüncelerinizden kimseye bahsetmezsiniz. Çünkü cin kişi acayip derecede haraketli ve muzurdur büyürken… Bu cin kişinin yaramazlıkları hiç bitmez ufakken, üstelik yaramazlık konusunda kendini asla tekrarlamaz, her seferinde daha yaratıcı ve elbette ki daha can acıtıcı bir şeyle çıkar karşınıza… “pes” oyunun daimi galibidir zat… Hep siz "pes" dersiniz...
Öyle bir modeldir ki sizin aklınıza gelmeyen herşey onun aklına gelir.  Kesin çizgilerle sizden sonra sizin boşluklarınızı doldurmak için üretilmiş modeldir…
Asla aşık atılmaması gerekendir bu hacı… Yaşam boyu şaşkınlıkla bakarsınız kendisine, bir kafada en fazla kaç fil tepişir ki?! diye…
Küçükken varlığı bünyenize eziyet olan candır o…
Siz daha dört tekerleklisine zor binerken, iki tekerlekli bisikleti gözü kapalı kullanandır eşeğin sıpası… Sokakta olduğu her dakika size göre aileniz için tehlikedir. En uğraşılmaması gereken çocuklara dalaşır, en yüksek duvarlardan atlar, o ufacık bedeniyle akla hayale gelmez şeyler yapabilir çünkü… Okula başlamasının da ayrı bir felaket olacağını nerden bilebilirsiniz ki, yaşamasına yetecek kadar matematik bilen ablasına inat adam ruhuna kaçmış matematikle doğmuştur çünkü. En keyiflisi sanırım ev yetmezmiş gibi kendisiyle aynı okullarda okumaktır…
Kendisi bir kez bile “abladan harçlık almak” keyfini yaşayamamıştır sayenizde… Çünkü nasıl yapar bilmezsiniz, ama sizden az harçlık almasına rağmen hep siz ondan ödemediğiniz borçları istersiniz… En adi kazığınız biriktirdiği parayı utanmadan yürütüp "anneler günü hediyesi"ni onsuz alıp, hediyeyi annenize vermek olmuştur. 
Arada yaş farkı “3” olunca abla kavramı bazen “şimdi ben bunun boynunu kırsam annemler bişi der mi acaba” olur tabii büyürken… Çok canınızdan bezdirmişliği vardır sizi, sağolsun...

Hala da sizi sizden alması 5 dakikayı geçmez…

Sonuçta kendisi halen cücüktür. 
En azından sizin için öyledir. Küçük kardeştir… 

Birimiz 46 birimiz 49 olduk yanılmıyorsam hala annemin  “ama o senin küçük kardeşin” diye koruduğudur… Ne aşk yauu... Anasının kıymetli oğludur o…

Bazen birileri için kardeşim gibi dersin ama bilirsin kimse kendi kardeşin gibi değildir. Kızsan da, kırılsan da sana gülümsediği an herşey biter. Tüm bu güzel duyguları bildikten sonra bir daha dünyaya gelsem yine bir erkek kardeşim olsun isterim de başka bir şey demem.

Enginim, adı güzelim... Oğlumun akıllı dayısı… Babamın emaneti, annemin kıymetlisi…
Hayatta kabullendiğim şeyler var benim…
Bir de asla kabullenemediğim iki şey var…  Allah beni oğlumla ve seninle sınamasın… Uzun ömürlü, sağlıklı güzel günlerin olsun ablam…

İyi ki de doğmuşsun “Dolucan”


27 Mayıs 2015 Çarşamba

TÜRK KADINI NE GİYMESİN!



Canım istedi giydim! İYİ HALT YEDİN...
Türk kadını ne giymesin…

Önce bunu yazanın kişisel geçmişine bir göz atalım...

Bendeniz; 15-16 yaşıma kadar zayıfcacık bir kız çocuğu iken geç girilen ergenlikle birlikte birden tombik bir şey oluvermiştim… 
O yıl ne giymemem gerektiğini öğrendiğim yıl oldu… Ben gençkız iken yani 80’lerde ülkede tekstil bu derece gelişmiş değildi… Mesela tayt yoktu... Hala evlerde dikiş dikiliyordu… Annem terzi olduğu için “kusur” örtme konusunda gayet başarılı idi… Gerçi bu yaklaşım bende “kusurlarım” olduğu… Kilonun ciddi bir kusur olduğu önyargısını yarattı ama 42 kiloyla genç kızlık geçirmiş bir anne için benim fazla kilom “çok” fazla bir şeydi… Hele de doğduğu andan itibaren etiketi “güzel” olmak olan bir kız çocuğunun birden kilo alması şeklen hayli hayal kırıklığı yarattı annesinde demekte mümkün… Dolayısıyla ben önce ne giymem gerektiğini değil, ne giymemem gerektiğini öğrendim… Arkadaşlarımın anlamakta zorlandığı bir çok giysi kuralım oldu... Ama üniversite de utanacak, hatta ömür boyunca üstüme yapışacak olan "süslü" o etiketini taşıyacak kadar şık giydirdi beni... Demek ki o sıralar bile hala anne sözü dinliyormuşum... Ama babamı kaybettikten sonra bir daha hiç çok iyi kumaşlardan özel dikilmiş elbiseler giymedim sanırım... Hep kendime göre, tarzıma göre birşeyler giydim... Neredeyse 50 yaşıma geldim canım annem hala "sana doğru düzgün birşeyleralalım" demeye devam ediyor... Çünkü ona göre orasını burasını keserek giydiğim penyelerim tam bir kabus... Hele de Mark ve Spencer'la kurduğu yakın dostluğun olanaklarını ayaklarıma sermişken....

Annem ben kilo alınca, zamanında insanların gerçekten şık olduğu zamanlarda olgunlaşma da öğrendiği tüm bilgileri hizmetime sundu... Mesela kilon varsa pantolon giyemezsin dedi bana… Bununla bitmedi tabii... Öyle çok kural vardı ki... Çok dar bir şey giymemelisin… Ayıp... Bacağın kalınsa kısa etek giyemezsin… Çirkin... Kolun kalınsa kısa kollu giyemezsin…Falso bir görüntü... Kilon varsa bikini giymemelisin… Yakışık almaz.... İçinde hiçbir kötü niyet barındırmayan bu kurallar; bana 17 yaşında "BOL- SİYAH- UZUN KOLLU"giyinmem gerektiği düşündürdü… 
İlk gençkızlık yıllarındaki kilomu doğumla verdim gitti hatta 42-43 kiloları gördüm 26-27 yaşlarımda... Sonrasında aile genetiğim ( baba tarafımdan gelen elbette ki) ile kolu bacağı dolgun, hep balıketinde oldum… Kilomun ayarını kaçırdığım da oldu, arada bir inat edip zayıfladığım, süzüldüğümde. Ama değişmeyen tek şey kaldı hayatımda kaç kilo olursam olayım arada yaptığım birkaç atraksiyon dışında ben “BOL- SİYAH- UZUN KOLLU” giyinirim…
Kendimi beğenmemekten yada kusurlarımı örtme kaygısından değil... Ben kendimi ancak o kıyafetle huzurlu bulmaya alıştığımdan...
Ben ancak öyle "BEN" olabildiğimden...
O zamanın anneleri, anneanneleri böyle idi...

Oysa şimdilerde durum bu değil elbette… Herkes her kiloda istediği herşeyi giyiyor. Özenmiyorum desem yalan olur ama bazen bakıp yok artık, yuh dediğim de oluyor…
Elbette herkes şu dünyada istediği herşeyi giymekte sonsuz özgür…  Ancak bazen yollarda iki arkadaş göz göze gelip krize girdiğimiz ya da tek başımızayken gördüğümüz görüntü karşısında gülmemek için çok dudak ısırdığımız oluyor… Çünkü bu ülkede kadınlarda erkeklerde çok kötü, gelişigüzel, kendilerini ifade etmekten uzak ve özensiz giyiniyor.

Ben modacı filan değilim… Her ne kadar hayatımın bir kısmını Türkiye’de ki sayılı modacılardan birinin yardımcısı olarak geçirmiş olsam da; orada da bu ülkede ki “giyinememe” konusunda ki fikrim değişmiş değil…Binlerce lira verip berbat kostümler diktiren bir sürü zengin kadın görmüşlüğüm var... Yanlış anlaşılmasın sevgili Kayıtken berbat kostümler diktiğinden değil, bayılma sınırına gelmesine neden olan tuhaf taleplerle gelen müşterileri yüzünden... Üstünde dünyanın parıltısı varken, "ay şuraya da bişi koysak mı?" diyen çok "ŞIK" bir sürü kadın tanıyorum ben...
İstediğini giyme konusunda insanın bazen fiziksel bazen de parasal engelleri olabiliyor elbette... Mesela ben 1.50 boyunda fazla kilosu olan bir kadın olmasaydım... 1.70 boyunda ince bir kadın olsaydım "Bol- BEYAZ- uzun kollu" giyerdim... 
Ama “kötü” giyiniyor olmak maddi ve manevi engellerle çok alakalı bir şey değil sanki… Sonuçta “parası” verilip alınmış malzemelerin nevii ve bedene yakışırlılığından bahsediyoruz burada… Çok para verilip alınmış, hatta çok düzgün dikilmiş, özel tasarım ama sahibi basit, daha kilolu, rüküş gösteren çok esvap var neticesinde...
Bir stil programında berbat giyinilen, berbat giyinmenin aşılandığı bir ülke burası… Sonuçta çıplaklığın “tarz” sayılması da bunun bir parçası… Bir "ikon", bir alt kısmı olmayan "modacı", bir "gençkız" abi hergün beyni olmayan, fahişe gibi giyinen, milyonlarca insanın önünde "hamamda karılar nasıl bayılır" kıvamı göbek atan çıplaklığın "tarz" sayıldığı programda Türk kadınını zehirliyor...

Çıplaklı konusunda bana sorsalar şöyle derdim;
Lütfen teşhircilik yapmayın, yapıyorsanız da tadında bırakın…Bende dekolte severim... Ama belediye otobüsüne bindiğinizde göğüslerinizi göbeğinize kadar açamazsınız... Yollarda ten rengi taytlarla çıplak gibi dolaşamazsınız, zinhar mini dötünüze kadar etekle toplu taşımda seyahat edemezsiniz... Ah canım annem, bunlar hep senin yüzünden...
Ama çok kötü görünüyor... (Konunun "açık giyinmeyin erkekler taciz eder"le uzak yakın alakası yok. Onlara hiç bir kıyafet bu hakkı vermez, hatta sizlerin bilinçli tahrikleri bile "adam" gibi adamı etkilemez) 

Gelelim  Türk kadını neler giymesin kısmına;
Dötünüz kocaman ve bacaklarınız kısaysa tayt giymeyin… Nüfusun 4/3'ü bu tarife uygun unutmayın...
Ayaklarınız taraklı ve/veya tırnaklarınız bakımsızsa, baş barnağınız özgür ruhlu ve yeri öpme niyetinde ise açık ayakkabı giymeyin... En azından doğru açık ayakkabıyı seçin.

Tayt giymeyin...

Herkes giyiyor diye bir başkasında gördüğünüz şeyin aynısını giymeyin. Kıyafetin ilk sahibi 1.80 siz 1.50 olabiliyorsunuz… Sokaklarda hepiniz aynı giyiniyor olabiliyorsunuz...

Tayt giymeyin...

Mini etekle birlikte ten rengi çorap giyilmez, ayakkabınızın ucu açıksa ten rengi çorap giyilmez… Açık ayakkabı ile çorap giyilmez… Ten rengi adı verilmiş lakin kaz gagası rengi o korkunç çorapları giymeyin... Adamı dinden imandan çıkarmayın...

Bacaklarınız kısaysa ve kalınsa mini etek giyilmez, şahsi fikrim bunu hayat prensibi edinin. Hele de kısa, tombul bacaklarınıza platformlu yüksek ayakkabı giyip "seksi cüceler" gibi dolaşmayın... Birahane konsmatrisi gibi oluyorsunuz... Şahsi fikrim bunu yapıyorsanız saçınızı da sarı boyatın tam olsun...

 Tayt giymeyin...

Fazla özgüven iyi değildir selüloitleriniz varken dar ve kumaşı bunu belli eden ya da beyaz, keten rengi gibi pantolonlar giymeyin... Çok şık ve dalgalı bir poponuz oluyor... Portakal vitaminken güzeldir...

Tayt giymeyin...

Boyunuz uzun değilse lütfen diz üstü çizme giymeyin. Lütfen… Giymeyin... Çizmeli kedi değilseniz buna kalkışmayın.

Dar kot pantolon ve döte kadar uzun topuklu çizme giymeyin… Mini etek ve döte kadar uzun topuklu çizme giymeyin... Ya da bunu giyip köşe başına çıkın… Neticesinde Julia Roberts filmde bu kıyafeti giydiğinde fahişelik yapıyordu...

40 santim platform topuklu ayakkabılarınızla "uf be hatuna bak sülün gibi uzun maşallah" diyoruz hepimiz, çok etkiliyorsunuz bizi, az biraz da kahkaha attırmıyor değilsiniz. Siz bilirsiniz, en azından yerinde giyin… Yürüyemiyorsanız giyin özellikle, takma bacaklı gibi oluyorsunuz... Erkek boy ortalamasının 1.70 olduğu bir ülkede upuzun olmanın ne gereği var ki... Kısa boylu yanlarım yazdı bunu engel olamadım...
40 yaş üzerinde iseniz ben çok şirinim diye üstünde "i am a little princess" yazan t-shirt'ler giymeyin, evet şirin oluyorsunuz, çok… 

Bacaklarınız kısaysa düşük belli kot giyip bir de tişörtünüzü pantolonun içine sokmayın…
Hatta Türk kızı iseniz düşük belli kot giymeyin… Türkiye'nin fiziksel şartları buna uygun değil...

Tayt giymeyin...

Koca popolu iseniz skinny jeans'den ve altına giydiğiniz babetlerden uzak durun… Kim Kardesian normal bir insanın örnek alması gereken bir insan değil, neticesinde porno çeviren birisi unutmayın…

Bacaklarınız kalınsa (hatta inceyse de sevmiyorum ama zevk meselesi tabii) ugg'lardan uzak durun… Onlar giy beni diye ısrar bile etse siz onlardan uzak durun, hele de İzmir’de… 10 senede bir kar yağan bir yerde 25 derecede “ugg” giymekte ne demekse…

Bel bölgenizde yağlanma varsa (spora gidin eritin derdim ama kim uğraşacak diyenleri göz önünde bulundurarak) dar kot, etek, bluz, t-shirt giyip oradaki yağları iyice insanların gözüne sokmayın. Gerek yok anlayan anlıyor zaten… Özellikle dar, ince penyeden beyaz t-shirtler giyin ya da... ahnekle dans eden göbeğiniz oluyor yürürken...

Tayt giymeyin...
Tayt giyen aşırı kilolu hanımlar rica ediyorum önlü arkalı reflektör baskısı olan t-shirt giyin... Önlem alalım...

Topuklu ayakkabı giydiğinizde yürümeyi beceremediğiniz için gövdeniz, alt kısmından 30 cm ilerde gidiyorsa; topuklu ayakkabı giymeyin… Topukları gırç gırç oynayan ayakkabılarla o hızla nasıl yürüyebiliyorsunuz bana bir anlatın... 

Rica edicem şeffaf sütyen askısı kullanmayın… Askılarınıza şans verin… Naylon çirkindir… İğrençtir...

Sapsarı saçlarınızın siyah dipleriyle, leopar desenli ve parlak giysilerinizi birlikte kullanın çok kaliteli görünüyor… Tavsiye ederim… Ve hatta o kıyafetlerle ciddi toplantılara katılın... Suzan Avcı sen bizim herşeyimizsin...

Moda olan ne varsa aynı anda taşımak zorunda değilsiniz. Çantanızı "o bir küçük hanfendi" şekilnde taşımak zorunda değilsiniz...

Formda bi vücudunuz varsa, az besiliyseniz beli açıkta bırakacak şeyler giyin. Bel açıklığından pırtlayan bir göbekten daha sevimli ne olabilir ki dimi…

Dekoltenin vücut teşhirinden farklı bir şey olduğunu anlayın. Dekolte fena birşeydir ama aynı anda alt kısım ve üst kısım açılmaz... hem mini, hep meme dekolteli birşey giydiğinizde kerhane kapısında durur gibi oluyorsunuz... bir soket çorap giyerseniz ayaklarınızı sıcak tutarsınız alt takımlardan üşütmezsiniz...

Sokaklarda “kot” donlarla dolaşmayınız… Azcık annemden örnek alınız 14-15 yaşında kızlarınızı popoları dışarda sokağa bırakamayınız... Bazen kurallar iyidir... Kadın olma yaşı 12-13 değildir... Bu sadece köylük yerler için geçerli değildir... Babası verdiğinde toplumsal sorun, kız kendi verdiğinde normal birşey değildir... Yetişkin olmamış insanlar "seks" için kullanılamazlar...

Tayt giymeyin...
Desenli taytları almayın, giymeyin, alanları uyarın, satanları da protesto edin. Leopar desenli tayt giyenleri vurun...

Sizi saran kumaş pantolondan görünen külot izi çok itici… G-string izi ise dehşete düşerek kadar ucuz… O halde sizi o kadarda sarmasın pantolonunuz… Aranızda bir nefeslik boşluk olsun.

Başınızı örtüp ehlisünnet mezheplerinin tamamınca haram kabul edilen bacaklarınızı, memelerinizi göstermek eyleminden uzak durun. Zira büyük bir çelişki meydan getiriyor, diğer insanlara da kötü örnek oluyorsunuz. Bizim gelin bizden kaçar, başını örter tıçını açar gibi dolaşmayın ortalıklarda...
Zira belki başınızı açmış olmak, işlediğiniz bu suçun yanında daha hafif kalabilir...

Babet giyme kısasın diyenleri dinlemeyin. Çok rahat, yemin ederim. Giyin... 

Tayt giymeyin...

Olduğunuz bedenin 2 beden aşağısı kıyafetler giymekten vazgeçin... Sonra sağdan soldan fışkırıyor yağlarınız. Şişmansanız da mümkünse çok dar şeyler giymeyin… Dar mini lycra elbiseleri sadece "zayıflar" giyebilir unutmayın...

İki de birde “ay fazla kilom var” diye şikâyet etmeyin… Kilo güzeldir Monica Belluci muhteşemdir… 
Zayıfsanız bunu söyleyip prim yapmaya çalışmayın birgün kilolu bir kadın sizi döver unutmayın...

Yaşınız ne olursa olsun popo loplarınızı kısmen açıkta bırakan şortlarla sokaklarda dolaşmayın. Hatta Alaçatı'da bile bunu yapmayın... Nice yiğitler telef oluyor o döte bakıcam diye. Kolunu kesen dönerci var döner yerine. Yapmayın etmeyin kardeşi kardeşe kırdırtmayın!

Çakma çanta alıyorsun madem bari üzerinde eşşek kadar logosu olanlardan alma ey Türk kızı... Hadi aldın nolursun kolunda değil omzunda taşı e be Kezban...

Tayt giymeyin...

Lokal bir uyarı TANGO yapmak için soyunmanıza gerek yok… eğer plan orada sevişmek değilse “Milonga”lara giyinik gelin... Tango seksi birşeydir ama herkesin tahrik olmuş bir ruh haliyle çıplak dolaşması dışardan bakılınca ziyadesiyle komiktir...

Yani ne bileyim istediğinizi giyin de ne istediğinize bi dikkat edin…

Size giyim konusunda karışan erkeklere asla prim vermeyin… Size giyim kuşama ilişkin öğütler veren erkeğe bir dönüp bakın…
Sözünü ancak kendisi bir Burak Özçivit, ne bileyim bir Kıvanç Tatlıtuğ ise; süper bir tarzla İtalyan işi kıyafetler, el yapımı şahane ayakkabılar giymişse, daracık ve kaslı, yuvarlak bir poposu, geniş omuzları, kaslı bir karnı, biçimli kolları, bal rengi bir teni, antik yunan heykellerininki gibi ayakları, uzun ve bakımlı elleri filan varsa; kendisini dinleyin… Yoksa hiç iplemeyin…

Size giyim konusunda karışan kadınların ne giydiğine bir bakın... Tüm hayatını BOL- SİYAH- UZUN KOLLU ile geçiriyorsa giyinmiyor örtünüyordur, iplemeyin...

Demem o ki
Giysi gibi aptal bir nesnenin kölesi olmayın. Ne giydiğiniz değil; nasıl durduğunuz, tavırlarınız önemli unutmayın. Ama giyinirken azcık dikkat edin...

Giysinizi ruhunuzun seçtiğini de bilin…
Dua edin bunları yüzünüze söylemiyorum...
Atatürk'ün modern kızlarının bu ülkenin yokluk döneminde nasıl giyindiğini unutmayın...





23 Mayıs 2015 Cumartesi

VİTRİNDEKİLER






Bir Türk annesinin vitrini

olsa ne güzel olur vitrinim :)



































VİTRİNDEKİLER

Ne de manalı bir kelimedir…
Türk Hanım efendisinin olmazsa olmazı ev eşyasıdır “Vitrin”ler
Zengininden fakirine her evde bir duvara yaslanmış içinde “göstermeliklerin” bulunduğu bir “vitrin” illaki olur…

Evin ve sahibinin şekline, şemailine,  eğitim durumundan, maddi durumuna kadar değişen etkenlerle içindekiler değişse de her evin illa ki bir vitrini vardır… Kiminde tabaklar, kristal kadehler, renkli cam vazolar, sırça fil sürüsü, porselen biblo türü ıvır zıvırlar olur.  Kiminde kitaplar, ödüller, kupalar bazılarında hiç açılmamış, açılmayacak içki şişeleri olur…
Bir dönem içine konulurdu televizyonlarımız… Televizyon almanın zor olduğu zamanlarda üstünün danteliyle başköşede dururdu televizyonlar… Raflarındaki dantel örtüler yerini yeni evlerde modern dantelsizliğe bıraktıysa da hala var, her evin bir vitrini… Dokunulmaz…
Çocukken ilgimi çeken ufak tefek bir şeylerin saklandığı, etnografya misali dokunmanın yasak olduğu yerdi vitrinler… Özellikle “anneler” tarafından konan bu takım kurallar zincirine riyakat etmemenin bedeli ağırdır. Sadece misafir geldiğinde ortaya çıkan eşyalar kategorisine dâhil olan değerli hazineler bu vitrinde saklanmaktadır çünkü. Misafirliğe gidilen bir evde benim en çok ilgimi bu vitrinler çeker. Eğer salonda yalnız kalırsam mutlaka kapısını açıp dokunurum biblo, bardak, tepsi ne bulursam. Evde temiz bardak falan kalmamış olsa, hatta iki elimiz kanda, bir elimiz yağda bir elimiz balda olsa bile bu vitrinlerdeki eşyaları kullanamayız. Ben kendimi bildim bileli duran kanyak şişesi hala ağzı kapalı bende duruyor mesela…
Benimkinde porselenler var. Çarşı misali, bir sürü evin hatıraları dolu içi… Kahve ve çay takımları, likör takımları, çay demlikleri ve babaannemden, anneannemden kalan çok eski parçaları eksik olsa da anıları tastamam porselen takımlar… Benim evin müzesi orası… O kadar kalabalık ki “simetrik” vitrin düzenine geçmesi çok zor… Antikacıların dolapları gibi tıkış tıkış… Varsa evinizde değerini bilmediğiniz parçalar tek tük kalmış buyursunlar dostlarının yanına…
Benim vitrinim bu…

Oysa vitrin sadece bu demek değil elbet…
Dükkânlarında, insanlarında vitrinleri var…
Bayılırım değişik dükkân vitrinlerine… Hele eski vitrinlere ama hiç sevmem insanların kendilerini pazarladıkları vitrinlerini…
Oysa hayatın Truman showlaştığı bir dünyada herkesler vitrinde…
Facebook’ta vitrindeyiz, sokağa çıktığımızda vitrindeyiz… Ne zaman kendimizden başka, yalnız kaldığımızda olduğumuzda farklı bir haldeysek o zaman vitrindeyiz…

Ben işte bu vitrinlere fena tav oluyorum…
Vitrini hoş kendi boş çok insan tanıyorum…
Birçok insan vitrinlerde duran, ama ele alıp okunmamış kitaplar gibi…
Vitrindekiler;
Tanıtım kampanyalarının klasik başlığıdır
Pek tabiidir ki her dükkân, her insan en kaliteli malını vitrine koyacaktır. Elindeki gösterecek en etkili mevcudiyetin neyse dışarı gösterdiğin odur…

Etiketin, eğitimin, güzelliğin, paran… Ve… Fakat… Ama… Ancak… Birçok vitrin göstermeliktir…  
Birçok insanın da “göstermelik” olduğu gibi…
Vitrinde harika gözükürken ele aldığınızda bir işe yaramaz ne çok insan vardır…

Vitrini sağlam kendi viran insanlara gelsin sıradaki şarkı... Kendilerini kendi koydukları vitrindeki gibi sananlara… Üzerlerine iliştirdikleri etiketleri, önce kendileri gerçek sananlara gelsin...

İzmir’de… Sıcakta… Aklımda Bodrum varken içimden neler demek geliyorken… Dua edin bu kadarını vitrine çıkarıyorum kimi fikirlerin…

VİTRİNİNİZ, ETİKETİNİZ DEĞİL “DURUŞUNUZ” OLSUN…

Bunları duruş ile karıştırmayınız efendim;
Biri üzerinize yapıştırılır, birinin içinde durursunuz… Sizin bir duruşunuz yokken de, siz siz olun kimsenin duruşuna laf etmeyin... Çünkü vitrin dediğin camdandır...bir taşla kırılır... Etiket dediğin sökülür gider...


OYSA DURUŞ ZATEN SİZDEDİR.

eski bir kuaför vitrini

muhteşem bir korse vitrini... şimdi ne bu vitrinler var ne o ince belli kadınlar :)

4 Mayıs 2015 Pazartesi

BODRUM Bİ DAA !




Yeni hafta hem Bodrum’da başlarsa…

Geçen yaz kaldığımız yerden…
Şehirde yaşayan herkese inanılmaz cazip geliyor buralarda yaşamak… Yaşamım içerisinde zaman zaman Marmaris, Bodrum, Foça, Alanya, Didim gibi yerlerde çalışıp yaşamışlığım var… Buralarda tatilde olmak ne kadar güzelse yaşamak o kadar zordur aslında…

Sabah çoğu kez işinize bağlı olarak “öğlen”dir… Günün yarısını kaybetmiş uyanırsınız güne… Birçok kişi uyandığında terstir, huysuzdur… O güzelim gökyüzünün, denizin keyfini gelen giden çıkarır oralarda yaşayanların çoğunun vakitsizlikten deniz görmeden yaz bitirmişliği vardır. Çünkü yaz buralarda birçok kişi için çalışma zamanıdır… Yani en güzeli buralara gezmeye gelmektir. Oysa çoğu insanın hayali bir gün koca şehirlerden buralara kaçmaktır… Benim hayalimde herkesin kaçtığı koca şehirde huzurla yaşamaktır… Yaşadığım tüm kıyı kentlerinin içinde Bodrum’un apayrı bir yeri vardır bende…
İlk geldiğimde gencecik bir kız çocuğu idim… Buralarda çok güzel çocuklar vardı… İstanbul’dan, Ankara’dan kaçıp özgürlüğünü eline alıp buralara gelmiş gencecik insanlar vardı… Şimdilerde gittiğim yerlerde zaman zaman bazılarına rastlıyorum… Ben onları tanıyorum ama birçoğu bambaşkalar… Bir kısmı kayıp olup gittiler… Bir kısmı yaşamlarını burada harcayıp bitirdiler… Bazılarına baktığımda yaşamım içerisinde doğru seçimler yaptığımı düşünüyorum…
Buralarda çalışarak yaşadığında çoğu zaman yaşama dair en rahat olman gereken yerde insanlara karşı huysuz ve güvensizsindir. Çünkü havasından suyundan, dar alanda kısa paslaşmalarından, ekmeğin aslanın ağzında olmasından buralarda her dost gereğinde aynı ekmeğe rakiptir… Aynı kadına/ adama musallattır… Hayır değildir diyenler buradan buyursun… Dışardan gelip bakıldığında bu çok açık seçik, ayan beyandır… Ama içerde yaşanıldığında bugün dost olan yarın düşman, öbür yıl iş/güç gereği tekrar dosttur…
O nedenle çalışmıyorsanız; emekli maaşınız ve elinizdeki üç beş kuruşla buralarda “yaşlanmış” yıllarınızı sabah yürüyüşleri, uzun sıcak havalarla geçirmek istiyorsanız yerleşin derim…
Yani daha zaman var benim henüz çalışmadan yaşama lüksüm yoktur…

Ama dünya dertlerinden kurtulursam sabahları Bodrum’da uyanmak istediğim doğrudur…

İzmir ne kadar vazgeçilmez ise benim için Bodrum’da öyledir. Burada yorulmam ben, uykum gelmez… Zaman hızlı geçer… Yüzüm hep güler… Saçmalıklara bile gülerim burada… Burada müzik daha güzel gelir, ay daha yakındır… Deniz her yerden mavidir.

Ama bu gözlüğü çıkarıp bakarsanız olay yazın faciadır… Sokakta herkes heran üzerinize atlayabilir, belki şansınıza laf atmakla yetinir… Karnaval alanı gibidir... Teşhirci teyzeler ve ağzı açık seyreden amcalar her yerdedir. İçiniz acır ortamın haline…
Burada çok insana rastlarsınız… İstanbul’dan, Ankara’dan… İzmir’den… Bazısını görürsünüz bazısını görmezden gelirsiniz… Bilmem hangi iş toplantısına diye buraya gelir sevgilisiyle adamlar… Burası çoklu yaşamların kolay kabul edildiği yerdir.
Kaçamakların cennetidir…
Nasıl takılıyorsan kendine göre mekân ve insan bulabileceğin, gerektiğinde en sessizinde ve doğal ortamında kafa dinleyebileceğin, edepli ve edepsiz nasıl istersen öyle eğlenebileceğin bir yerdir burası… Beni burada ararsanız gece Mavi’de bulursunuz… Çünkü kafam başka yeri kaldırmaz… Kafama göre en normal insanların geldiği yerdir Mavi… Ya da yılların alışkanlığıdır… Zaten görmek isteyebileceğim herkesin durağı orasıdır. Veli’de iyidir ama orada misafir hissederim kendimi… Mavi’de ise Bodrum’da hissederim… Ben buradayken beni görmek isterseniz muhtemelen mavi'deyimdir...



Yine bir yaz başı…
Şimdilerde güzel buralar yakında dolmaya başlar…
Ünlüsünden ünsüzüne kadar, memleketteki bütün sonradan görmeler gelirler sırayla...
Zira parayı sonradan bulmuş, yol yordam nedir bilmeyen birtakım cahil görgüsüzler; Bodrum’da tatil yapmayı üst düzey bir mertebe zannederler. Bunlara göre, bir Müslümanın Kâbe’yi tavaf etmesi ne ise, bir zengininde (!) Bodrum’da tatil yapması odur. Bu yüzden yaz gelir gelmez, etrafa caka satmak ve ne kadar paralı olduklarını dosta düşmana göstermek için soluğu Bodrum’da alırlar ve yaradılışları gereği o andan itibaren de Bodrum’un içine yapmaya başlarlar.
Düzgün bir erkeğin "kadın" diye dönüp asla bakmayacağı, her yanı ayrı oynayan, tepeden tırnağa kadar basit, ucuz kadınlar ve bunların yanında erkeklikten nasibini almamış ve yaradılışları itibariyle de asla alamayacak olan ama ceplerindeki paraya güvenerek akılları sıra erkeklik taslayan, öyle davranmaya çabalayan ama çabaladıkça daha da beter olan erkek müsveddeleri dolarlar ortalığa…
Görgüsüzlükleri, cahillikleri, zavallılıkları paçalarından akar bunların… Dün bir tanesini Yelken Kulüpte iskelede parçalasam mı bilemedim mesela…
İnsan üzülsün mü kızsın mı bilemez, acımak’ta karar kılar.

Nerde sakinleri ve tatilcileriyle eski Bodrum... Nerde bu zavallı atıklar.

Ama bodrum her zaman güzeldir... Onun kıymetini bilen bilir.
O yüzden, bu atıklara tahammül edilebildiğin müddetçe de tadına doyum olmaz.

Bodrum zamanları geldi… Çok çalışmak lazım buralara gelebilmek için…

Neticesinde merak ettiğim şudur; 
BODRUM; bunca dağına, taşına, denizine yapılan bunca tecavüzün ardından hala nasıl bu kadar güzel kalabiliyorsun …













3 Mayıs 2015 Pazar

BEN BİLMEM BEYİM BİLİR!



"adama âlemi nasıl bilirsin diye sormuşlar, o da kendim gibi demiş"

Ne de manalı, ne de anlamlı bir söz yumağı… Kişi kendini bilmek gibi irfan olamaz ile de tamamlarsak yeme de yanında yat olur kanımca… Hatta doğrusunu yazalım hazır sırası gelmişken;

“çeşm-i insaf gibi kâmile mizan olmaz
kişi noksanın bilmek gibi irfan olmaz”

Kişinin kendisine ve çevresine yönelik hâkimiyetinin sınırlarını bilmesidir bir anlamda...

Güzel bi söz vardı, kim söylemiş bilmiyorum:
"insanlar kendilerini yapabileceklerini düşündükleriyle, başkaları ise onları yaptıklarıyla değerlendirir"...
Ben şöyleyim, ben böyleyim, ben bunu yaparım, bunu ederim demek kendiniz hakkındaki gerçekleri yansıtmaz... Sizin kendiniz hakkındaki fikirlerinizi aktarır maalesef…

Objektif bir değerlendirme için bir dosta gidip: "hocam ben şöyle böyle bişeyler yapmaya karar verdim, süper olacak" deyin. Alacağınız cevap sizin gerçekte ne olduğunuzun ve sınırlarınızın ifadesi olacaktır. Tabii burada mesele bu samimiyet ve dürüstlükte bir “dosta” sahip olmak ve sizin bu söyleneni kabullenecek olgunluğa erişmiş olmanızdır.

Eğer ki bir gün bunu birilerine değilde kendi kendinize sormayı ve cevaplamayı öğrenirseniz "kendini bilmek" gibi bir "irfan’a sahip olmaya başlamışsınızdır...

Ama yaygın olarak gördüğüm şudur ki; herkes “başkasını biliyor”; hatta inanılmaz biliyor…
Herkes başkasının kusurlarını görüyor…

Bektâşî, Mevlevî’ye sormuş:

- Sizin hırkanızın yenleri neden bu kadar geniş olur? Mevlevî:

- Başkasında gördüğümüz kusurları gizlemek için” diye cevap vermiş ve:

- Ya sizin hırkalarınızın yenleri niye bu kadar dar olur?  diye sormuş. Bektaşi de:

- Biz kimsede kusur görmeyiz de diye cevap vermiş…

Onun için “kusur görenindir”… Bu karşınızdakinin kusursuz olmasından değil sizin başkalarının kusurlarıyla uğraşıp durarak daha büyük bir kusur işliyor olmanızdandır.

Öyle insanlar tanıyorum ki; her güzel şeyi bozacak kadar çok fesatları vardır yüreklerinde…
Bitmeyen eleştirileri, sürüp giden memnuniyetsizlikleri, bir oda dolusu insana yetecek kadar sevgisizlikleri vardır.  Ama onlara sorsan hep onlar haklıdırlar… Onların hakları yenmiştir, onlara haksızlık yapılmıştır, onlar doğrudurlar, dünya eğridir… Şikâyetleri hiç bitmez… Kendilerinden yana olmayan, onlarla aynı düşünmeyen herkesi yanlış olmakla suçlarlar…

Geçer karşısına seyir ederim bazen olan bitenin… Hakla hukukun birbirine geçtiği anları izlerim…
Her seferinde aklım acır insanın kendini her konuda sonsuz haklı buluşuna…

Sen yapmaz mısın diyenlere cevabım var elbette; bazen gözüm kapanır benim de… Kendimi sonsuz haklı zannederim ama kendi kendime kaldığımda bilirim aslında yediğim haltı… Kendimden kaçamam… Oysa her koşulda kendini sonuna dek haklı bulan çok zararlı insanlar tanıyorum… Bazı durumlarda, hatta genelde etraflarını bu konuda ikna etmeyi başardıkları insanları topladıkları için zararları bazen kendilerini aşar.  Zamanında önlem alınmazsa yakar, yıkar geçerler… Kendini eleştirebilme yeteneğine sahip değildirler... Empati kuramazlar, yaptıklarından ders çıkaramazlar…
Kendi hatalarından başkalarını sorumlu tutarlar… Birçoğu sürekli çevresindekilere karşı agresiftirler, çok profesyonelleri konunun farkındadırlar hep güler yüzlü olumlu ve yapıcı görünümlü olurlar… Kendine yalan söyleyip, inanma kabiliyetleri acayip yüksektir.

Hitler’de davasında haklıydı… “Kendine göre”… Bir de gaz odalarında ölenlere sormak lazım bu haklılığı…

Ezcümle;
 "BENİM DOĞRUM YANLIŞ OLMA OLASILIĞI OLAN BİR DOĞRUDUR; SENİN YANLIŞINSA DOĞRU OLMA OLASILIĞI OLAN YANLIŞTIR"

Sorgulayın… Kendinizi, yaşamı, söylenenleri… Başkalarını suçlamadan bir nefes düşünün…

Ya da iyisimi bi açılın gökyüzümü daraltıyorsunuz …
Ayrıca ben bilmem beyim bilir... 







1 Mayıs 2015 Cuma

KES Bi AHKAM...


Bazen şansını çok zorlamamalı insan…
Sıradaki şarkı size gelsin…

Yaş 49… envai çeşit tecrübe var… İş yaşamı, özel hayat… Evlatlık, annelik tecrübeleri… Arkadaşlık tecrübeleri… Ben hala anlayabilmiş değilim…

Biri bana 5 yaşında bir çocuğa anlatır gibi anlatsın lütfen bir insanın başka bir insan üzerindeki baskısının nedenini… Yaşamda görevler var… Üstümüze aldığımız sorumluluklar. İyi ki kötü herkesin kendine ait bir aklı var…

Deirdre, “Tahakküm” kanun yazan ve ceza veren bir yok-Tanrı’dır diyor.
Toplumdan hayatta kalış satın almak amacıyla senin hayatının saatlerini satar…

Tahakküm direnişi de ortaya çıkaran bir davranış biçimidir. Tahakküm arttıkça direniş de genelde çeşitlenir ve yaratıcı bir hale bürünür. Yani tahakküm, yaratıcılığı arttırır. Böyle bakınca iyi birşeymiş gibi geliyor ama değil,  hele de bana yapılırsa…

Ahkâm kesen insanları sevmediğim gibi insanları kendi tahakkümleri altına alarak, kendi çıkarı için zorlayan insanları da sevmem ben. Ben bunları sevmediğim içinde bazıları da beni sevmez…

Ahkâm kesmek fikir beyan etmekten farklıdır…  Cümle içinde “bence” barındırmaz… Kesinlikler barındırır.

Kişinin bir "şey" ile alakalı olarak ahkâm kesebilmesi için o "şey"'i alt etmiş olması gerekir. Bir şeyi alt etmek için aşılması gereken eşiğin kutbu hakkında, utanmadan işimize geldiği şekliyle hüküm veririz. Bir yandan işine gelen düzeni sürdürmek isterken, bir yandan da "ben de sizdenim" mesajı veririz… Verirler… Verilir…

Bir yerde duymuştum sanırım diyordu ki; çeşit çeşit ahkâm kesme ekolu vardır…

Dediğimi yap yaptığımı yapma ekolü…
Sen önce kendine bak ekolü…
Yapamayanlar eleştirir ekolü…
Ancak çıkarı olmayan kişi adil olabilir ekolü… Daha da bir sürü şey yazılabilir.

Ama kesin olan her Türk’te bulunan, farklı noktalarda baş gösteren kronik hastalıktır.

Ahkâm kesmek; elimizde tuttuğumuz bir avuç gerçeklik kırıntısını o pıtırcık beyinlerimizle manipüle ederek kendi küçük bencil çıkarlarımızı haklı çıkarmaya çalışan yarım-kalmış yaratıklar olduğumuz için; haksız veya ahlaksız olduğumuzu fark ettiğimiz durumlarda, ancak determinizm ananın kollarına sığınıp timsah gözyaşları dökebilecek kadar olgun ve samimi olabildiğimiz için; kendi kendimize, adil olduğumuzu gösterebilmenin tek yoludur.

Ahkâm kesmek; empati sahibi olmayan insanların çok çabuk düştüğü bir yanılgıdır. İnce ayrıntılar düşünülmeden sadece ben diyen insanların gözü kara sözleridir. Ahkâm kesici karşıdakinin bu konuda / bir konuda fikri olmadığı fikrinden yola çıkarak başlar konuşmaya…
Bir eksiklik göstergesi, bir kompleks yumaklığı, bir “ben ben ben'cilik”tir…

Asabi ahkâmcı iyice işin içinden çıkamayacak hale gelince, kişisel saldırılarda bulunur.  Bunu acemi ahkâmcılar yapar. Prof. ahkâmcılar, sinirlerini kişilere değil nesnelere yöneltir. Bardak kırar, leblebi ezer, bade süzer. Rezil olmaktan utandığı noktada ortaya hemen Foucault, felsefe, kişisel gelişim gibi konulardan giriş yapar…
Ahkâm kesmek; bencilliğin ve özellikle ukalalığın dik alasıdır.

Oturduğu yerden sürekli eleştirmek, yargılamak, ben demiştim demek, bir külahıma anlat tavırları, bana anlatma ben bunların hepsini gördüm geçirdim ukalalığı, empati yoksunluğu vs. hepsinin bileşkesidir.

Sorarlar adama, arkadaşım sen de hastasın ben de. Ben iyileşmek için bin çeşit ilaç almış, kaç alternatif yönteme başvurmuşken, ben sonuç başarısız da olsa o kadar çabalarken ve sen daha bunların bir tanesini bile henüz denememişken, denemeye zırnık cesaret gösterememişken bilmediğin şeyin nesini savunuyorsun bana.

Sen de bir uğraş bakalım bir çabala bakalım, yaşaması söylemesi kadar kolay oluyor muymuş?

Demek ki neymiş…

Ahkâm, kesilmeden önce, bir gece suda bekletilerek tuzundan arındırılmalıymış...

Biri bana şimdi tekrar 5 yaşında bir çocuğa anlatır gibi anlatsın lütfen bir insanın başka bir insan üzerindeki baskısının nedenini…

Ego denen şey kolay aşılamaz ise de dizginlenebilir…
Kanımca bu toplum huzurunun bir türlü tesis edilememesi önündeki en aşikâr çıkmazdır çünkü…

Sıradaki şarkı demiştik dimi; Peki peki anladık olur mu?