27 Nisan 2015 Pazartesi

KAFAM MI KARIŞTI NE ??



Yapılmaması gereken şeyler;
Fikrimce ya ahlaka aykırı, ya yasadışıdırlar. En iyi ihtimalle şişmanlatırlar...

Benim aklıma gelenler budur…  Çünkü bazı şeyleri “yapmamam gerektiği” bile aklıma gelmez…
Oysa neyi yapmaman gerektiğini düşündüğünde bile yapılması ihtimalini düşünmüş, tasarlamışsındır bir biçimde… En iyi ihtimalle “yapmama kararı almışsındır”

Yapılacak kötü bir şeyden türlü sebeple vazgeçmek “kötünün iyisidir”. Sizi iyi bir insan yapmaz… Sizi “hesaplı” bir insan yapar, yapsa yapsa… Yani yapılması durumunda başa geleceklerle, yapılmaması halinde oluşacak çıkar zemini hesaplanmış ve geri adım atılmıştır…

İşte bu noktada benim için yapılmaması gereken şeyi yapmış olmanızla olmamanız hiçbir şey fark ettirmez…
Çünkü siz o şeyi “yapmayı düşünebilecek” yapıdasınızdır.
Ve yapı değişmez… Bugün geri adım attığınız şeyi bir gün yapabilirsiniz… Sadece uygun zemine ve daha fazla cesarete ihtiyacınız vardır…

Yapılmaması gereken şeylerin üst başlığı “ADAP” tır…

Çılgınlıklar yapabilirsiniz… Deli dolu olabilirsiniz… Komik olabilirsiniz… Aklınız karışık olabilir… Ama niyetiniz iyiyse siz iyi bir insansınızdır…

Yepyeni bir sabah, yepyeni bir hafta…
Bir başka ömrün ömürlük çabasına 2,3 aylık katkıyla sonucu güzel bir süreç… Bir başka dosta, güzel yüreğe ise aylardır verilen destekle iç huzuru…
Ben yaşamım boyunca yanlış bulduğum hiçbir şeye kendim için iyi mi olur diye destek olmadım…
Varsa örneği birisi desin… O nedenle ay sonunu hesaplarım… O nedenle yaşamım hep amatördür…
Hesabımı ödeyemeyeceğim masaya oturmam, kimseye güvenip yola çıkmam… Ardından insanların yüzüne bakamayacağım lafı etmem… Korkup laf çevirmem…
İnandığım yerde durur, güvendiğim insanla dost olurum…

Hırslıyımdır başarmayı severim… Ama başkasını değil kendi yeterliliğimi geçmeye çalışırım… Bunun daha iyisi yapabilirdin kızım derim…
Aslında çenemi gayet güzel tutarım…
Susar dinlerim… Ama fütursuzluğa, adapsızlığa, edepsizliğe gelemem…
Torba dolusu hatam var…
“Ah ulan” dediğim şey var…
Ama inandığım şeye ihanet etmem, dostuma hainlik yapmam… Verdiğim sözü tutarım…

Bazen susar dinlerim zamanı gelince birkaç şey derim…

Sevgiyle kalsın herkes… Yüreğimiz kadarız hepimiz…
Bir tık mesafedeyiz “yaşama” …
Tık dedi mi bitti bu yaşamın derdi, hüznü, savaşı, hırsı…

Esas olan “iç huzuru”dur…

Huzurla başlıyorum ben haftaya…

KAFAM KARIŞMAMIŞ...







19 Nisan 2015 Pazar

"GURU" GÜRÜLTÜ



İnternet bu derece yaygınlaştığından kelli yeni bir iş alanı doğdu… Sosyal medya uzmanları ve şirketlere sosyal medya takibi verenler…
Konu buradan gidecek ama ben buraya nereden geldiğimi önce bir beyan edeyim…
Yıllardır bu ülkede en bedavadan yapılan üç iş kolu vardır…
1.  Sigortacılık 2. Halkla İlişkiler 3. Pazarlamacılık

Ben Halkla İlişkiler ve Gazetecilik Bölümü mezunuyum… Şimdilerde ayrı ayrı bölümler bu ikisi… Önce gazetecilik yaptım sonra işletmecilik, halkla ilişkiler…
Kendi iş hayatımı parlak bir kariyer olarak tarif edemem. Önce gazetecilik yapmaya başladım. Çok keyifliydi, ancak işin içinin bambaşka olduğunu gördüm kısa sürede… Siz canavar gibi işe saldırırken, falancanın kızı, bilmemnenin oğlu, çok havalı genç bir hanım kız, küt diye sizin olacağınız yere konuluveriyor… Bir bakmışsınız siz bir büyüğünüzün yanında işi öğrenmeye çalışırken birisi birden köşe yazısı yazmaya başlamış… Bir akşam üzeri pasaportta gazetecilikten bir anda SITKIMIN SIYRILMASI bundandır…
O gün ticaret yapmaya karar vermiştim… Çünkü tüm idealist yanlarım acımıştı bir anda… 13 yaşından itibaren gazeteci olmak isteyen ben, aslında en ulvi görünen işin bile “ticaret” olduğunu 19 yaşında anlamış olmuştum böylece…

Bedava namaz kıldıran hocanın bile olmadığını düşünürsek, işin özü “paradır” demek yanlış olmaz…

Bazıları yaptıkları işe şirin pembe kılıflar giydirseler de, yapılan her işin sebebi “maddi kazanımdır”

Memlekette işsiz kalan bir çok kadının yapacağı işler sigortacılık ve halkla ilişkiler haline dönüştüğünde, benim iyice sıtkım sıyrılmıştı bu işten…
Yazının tam burasında işlerini hakkıyla yapan tüm insanları bu yazıdan muaf tutuyorum… Çok başarılı sigortacı kardeşlerim, halkla ilişkiler yapan dostlarım var… Ama onlarda zaten bunca emekle yaptıkları işlerin donanım, çevre, sosyallik gerektiren, insanla birebir ilişkili olduğunuz, ömür törpüsü işlerinin iki mini etekli abla ile kişisel pazarlamaya dönmesinden benim kadar şikâyetçiler…

Zaman içinde bu işlerde mini etek, özel sohbetin ticaret için yetmediğini anlayan abiler, paralarını doğru yere yatırmaya başladılar kanısındayım ancak her dönem işin tadını kaçıran firmalar ve kişiler oldu, oluyor, olacak elbette…

Son dönemin en geyik iki işi kanımca sosyal medya uzmanlığı ve kişisel gelişim uzmanlığı… Görünen o ki sigortacılık, halkla ilişkiler ve pazarlama yerini biraz daha havalı isimli bu işlere bıraktılar...

Önce sosyal medyacılar yazıdan nasiplensin;  herkes bu işi yapabiliyor artık… Her firma bu işte uzman… Zaten işin ölçülebilir bir terazisi yok… Var gibi görülse de, yok… Kimle oturup konuşsanız masadan “evet ya haklı” diye kalkmanız mümkün… Birisi aynı işi 1000 TL ye yapıyor diğeri 300 TL ye…  İşin ayrıntılarını anlatamayacağım ama bilenbilir bir sürü ayrıntısı vardır.  Ve en zor yanı kuafördeki abimiz bile bu işi bildiğinden, çalıştığınız insanlara kalkıp “abi bak birinden duydum şuraya giriyorsun tıklanman şu kadar artıyor” der ve siz bir anda kendinizi karşınızdaki müşterinize bir saat bunun bir tevatür olduğunu anlatmaya çalışırken bulursunuz… Aylarca emekle oluşturmaya çalıştığınız her şey yalan olur…
Halkla ilişkilerdeki gibi, burada da sorun sizin okuyup eğitimini aldığınız şeyi herkesin uzmanlık derecesinde biliyor olmasıdır.
Bu şartlar dâhilinde bir gün, bir mahkemeye çıkıp avukatlık yapmak istemem doğaldır. Benimle aynı okulda okuyanlar bilir epeyce Hukuk okumuşluğumuz vardır…

Ama kanaatim odur ki… “Kişisel Gelişim Uzmanlığı” tüm bu mesleklerdeki yozlaşmışlığa dört takla attırır.  
Bir rastlantı mıdır bilmem, kendi kişisel gelişimini tamamlamamış bir sürü insan bu konuda “uzman”dır…
Amerika bu işin ticaretinin kraliyetidir. Tanrı gibidirler. Yazdıkları kitaplar işe yarar mı bilmem, ama içlerinde hiçbir bilgi olmamasına rağmen, hep bestseller olurlar.
Şahsi olarak kişisel gelişimle çok alakam yoktur. Yani, bildiğimiz anlamında kişisel gelişimle uğraşıp "gelişeyim" diye çalışmam. Yani birbilenin çıkıp evrene yollamanızı söylediği mesajlarla çok da ilgilenmiyorum… Yoksa kişisel gelişimin aslen kendisiyle epey alakam var. Okuya okuya gözleri 3.75 yaptım. Öyle 'insan nasıl olmalı' şekliyle kitaplarıda sevmiyorum. Bunun tek bir kalıbı yok, bu bir kitaptan veya bir vecizeden öğrenebileceğin bir şey değil zaten.
Tüm bilgiler insanın ve insanlığın gelişimi içindir.
Kanımca en az sosyal medya uzmanları kadar tırt bir işe sahip olan kişilerdir “kişisel gelişim uzmanları”. Bir de bunların atraksiyon sevdalısı olanları var ki evlerden ırak. Saçma rol çalışmaları ve ortak akıl çalışmaları yaptırır dururlar.  Birkaç kez arkadaş zoruyla katılıp kendimi balkondan atmak istemişliğim vardır… "hayde brain storm yapıyoruz" "kök sorun analizi yapıyoruuzz evet evet obareyy" "tekrar grup yapıyoruzz sayın katılımcılar, çember oluşturun haydiii heeyyooooo" minvalinde atraksiyonlardan sonra salonun bir köşesinde usulca kendimi boğmak istemiştim sıkıntıdan, o derece.
Hiçbir işin ehline laf etmeyeceğim gibi bu işin ehlinede laf etmem elbette…
Ancak işin bileni kadar 2-3 seminerle “uzman” olan zevzekleri de olduğu muhakkaktır.
Oldukça karizmatik bir ismi olmasına rağmen, pratikte hiçbir işe yaramayan meslek grubunun çalışanlarıdır çoğu. Bunların seminerlerine katılırsınız, size dünyanın sizin etrafınızda döndüğünden, isterseniz başaramayacağınız hiçbir şey olmadığından filan bahsederler. En temel çıkış noktaları kişinin kendine olan inancıyla alakalıdır. Sizi en zayıf yerinizden vururlar. ''vay be ben neymişim'' modunda dolanırsınız. Sonra seminer biter, gerçek dünyaya dönersiniz. İşler hiç de öyle seminerde anlatıldığı gibi yürümüyordur. Bu uzmanlar için, modern zamanların birey odaklı para kazandırma rehberi diyebilirim kısaca.
Neticede insana dibe vurmuşluğunun sosyal konumundan ötürü değil, tercihlerinden dolayı olduğu yalanını aşılamaya çalışan kapitalist bencillik sanatıdır.

En yakın arkadaş epeyce süre bir kişisel gelişim firmasında (!)çalıştı…
Hala gidip o kişisel gelişimci ablayı dövmek istiyorum buda benim “kişisel gelişememiş” yanım…

İnsana insan gibi davranmayan, kişinin özlük haklarını yiyen, her fırsatta kendini yaptığı işle önemli kılan, insan sevmeyen,  yalan söyleyebilen, hırslı, kompleksli ve bel altı hakaret edebilecek kadar ruhu cahil bir ablaya o kadar insanın ne öğrenmeye gittiğini şahsen merak ediyorum…
Çok mu salağız… Yoksa çok mu çaresiziz bilmiyorum…

Ama o ablanın kendi kişisel gelişimini tamamlamadan başka birine faydası olacağına beni inandırmak mümkün değil… Yanında sigorta yaptırmadan insan çalıştıran, konuşurken insan aşağılayıp, insanın gözüne bakmayan / bakamayan bir insan bu işi yapamaz…
Ve maalesef o tek değil… O ve onun gibilerin varlığı bu işi ve birçok işi gerçek eğitimlerle yapan, emek sarf eden insanları işinden ediyor… Saygınlığını azaltıyor. Sapla samanın karışmasına neden oluyor.

Kişisel gelişim; aktif farkındalığın içe dönüş ile başladığı, farkında olan veya olmayan herkesin "hayatı" boyunca üzerinde yürüdüğü yoldur.  Ve buna rehberlik edecek kişilerin özgün, ergin, yetkin olması gerekir. Kendi hırslarını durduramayan, egosuna hâkim olamayan, henüz kendi bazında işi çözememiş insanın kendi dâhil kimseye faydası olmaz… Tüccarların eline düştüğünden beridir sadece birilerinin cebini dolduran modern akımlardan biridir benim için. Kökeni batıni inançlara dayanmasına rağmen günümüzde sadece modadır…

Pazar sabahı nereden aklıma geldiyse tüm bunlar…
Bunun yerine birine laf sokacağım bir veciz söz yazsam daha kolay olurdu…
Yada kalkıp kahvaltı etsem…
Yada üstünde;
“pişmişin halinden hiç anlar mı ham…
Sözü kısa kesmek lazım vesselam” yazan bir manzara fotoğrafı paylaşsam daha etkili olurdu muhtemelen…

O halde bir vecizle bitirelim yazıyı…

"kibir nedir? Kendisinden habersiz, kendini bilmeyen insanın durumudur. Tıpkı güneşten haberi olmayan buzun kendini bir şey zannetmesi gibi."

"Guru" gürültü yapmayın derim...

İyi pazarlar…
 








18 Nisan 2015 Cumartesi

CANIMI SIKAN ŞEYLER…


Sabah uyandığımda canımı sıkan şeyler oluyor…
- elektriklerin gitmesi…
- suyun akmaması…
- ev ahalisinden birinin ters bir suratla kalkması (bu maddeye özel bi nefret besliyorum)…
- sabaha yetişmesi gereken işin bitmemiş olması…
- saçların papaz gibi olup şekil almaması (bu maddeye özel bi sevgi besliyorum)…
- bugünün dünden farklı olmadığını anlamak…
- unutmaya yattığın duygunun uyanır uyanmaz günaydın demesi…
- davul gibi şişmiş iki bademcikle uyanmak, içtiğiniz bir yudum suyun boğazınızdan geçmemesi…
- yataktan doğrulup TV açıldığında karşınızda bütün haşmetiyle Recep Tayyip Erdoğan’ı görmek...
- bir gece önce yatarken “ne kaygan zemin” deyip, sabah “zemini daha da kaygan” bulmak…
- hala AKP’ nin yönettiği ve her gün daha da kötüye ve geriye giden bir ülkede olduğunu uyanır uyanmaz hatırlamak…
- kulakların tıkanması…
- burnun sürekli akması…
- yüz milyon bin kere hapşırmak…
- mide yanması…
- sıtkın sıyrılması…
- kocaman insanların küçülüp gözden düşmesi…
- bir takım insanların tek derdinin brezilya fönü olması…
- ve benim o insanlara bir şey anlatmak zorunda kalmam…

Bu sabahların bir anlamının olmaması…  

Bazen de neyin canımı sıktığını hatırlayamıyorum ama canımın sıkkın olduğunu fark ediyorum…
Yaşamda sıkıntı veren insanlar ve durumlar içinde kalmak kadar yıpratıcı bir şey yok sanırım…
Bu pozisyona geçtiğimde bir süre sıkıntının kaynağını bulmak için hafızamı zorlayabiliyorum…
İçimde huzursuzluk yaratan, ilkokuldaki öğretmenden gerildiğim anları ruhuma tekrar yaşatan bu duygudan oldum olası hoşlanmıyorum…

Bana bu duyguyu en çok yaşatan şeyin ne olduğunu keşfedeli çok oldu ama kendimi sürekli aynı pozisyonda buluyor olmam bu durumdan sıyrılmayı hala öğrenemediğimi gösteriyor…

Benim canımı en çok ne sıkıyor?

Elbette bunun cevabını çok net biliyorum… Ama bunu sabah canımı sıkan şeyleri yazar gibi yazdığımda yaşamın daha da sıkıcı olacağını garanti ediyorum…

1980’de bir kâğıda şöyle yazmışım… (her şeyleri saklarım ben)
“-bana - şunu yapmak zorundasın - denmesi en nefret ettiğim ve katlanamadığım şeydir. Anne - baba hadi neyse de, diğerlerine ne oluyor? Ben özgür doğdum ve istediğimi yaparım, sen kimsin ki bana - bunu yapmak zorundasın - diyorsun?” kelimeler ve cümle 14 yaşında...

Ama yıl 2015 hala aynı fikirdeyim…

Canım sıkılıyor çünkü…
İnsanlar çok fazlalar. İnsanlar çok hırslılar. İnsanlar çok konuşuyorlar, az dinliyorlar. İnsanlar az mutlu edip, çok mutlu olmak istiyorlar. İnsanlar nefes almak isterken, diğerlerini boğuyorlar. İnsanlar çok sevilmek isteyip, sevgi cimriliği yapıyorlar. İnsanlar kalpleri kırılmasın isteyip, diğer kalpleri parçalara ayırıyorlar. İnsanlar dertlerinin ciddiliğinden dem vururken, karşıdakinin sorunu için “buna mı üzülüyorsun?” diyebiliyorlar!
Nefret ediyorlar ama nefret edilmeye tahammül edemiyorlar. Fütursuzca eleştirirken, eleştirildikleri anda tırnaklarını çıkarıyorlar. Düşünmüyorlar, en kötüsü de düşünmeden konuşuyorlar... Akıl veriyorlar ama akılla hareket etmiyorlar. Hırslılar ama kendi yetersizliklerini geliştirecek yerde başkalarının başarılarına saldırıyorlar… Saldırganlar çünkü incir çekirdeğini doldurmayacak başarılar için savaşıyorlar…
Bu aralar duyduğum en güzel söz bir brütüs var; sırtımdan bıçaklayan brütüsü, sırtından bıçaklayan brütüsü, sırtından bıçaklayan…
Her sabah uyandığımda 14 yaşında fark ettiğim şeyleri, ailemin öğrettiği doğruları unutmadığım ve dosdoğru yatağımdan kalktığım için şükrediyorum…
Çünkü yaşam tecrübem bana şunu gösterdi…
İnsanların ve insanlığın bugün içinde bulunduğu tüm açmazların sebebi “hırs”tır diye düşünüyorum…
Bugün bir insana her alanda lazım olacak şey olarak belletilen, okullarda öğretilen, televizyonda ki kıytırık stil, evlilik yarışmalarında da kafaya kazınan hırs kin, nefret, öfke ile birleşirse tadından yenmez…

Şekilsiz insanların mazot paralarına yetmeyen paradır HIRS…

İnsan olmak, canımı çok sıkıyor bazen…

Sabah huysuz uyanmak bile daha iyi...

12 Nisan 2015 Pazar

ZAMANIN ESKİSİ



Geçmiş; geçmesi hep dilenen lakin bizi terk ettiği an asla gelmeyen olgudur.

Hani hafıza-ı beşer nisyan ile malul idi, neden bakılan herşey, buruna dolan her koku, tanıdık-tanımadık her ses gelecekle değil de maziyle dolu? Hayallerin de hayal kırıklıklarının da tüm referansları neden geçmişe? Yoksa gerçekten var olan tek şey geçmiş mi?

Bir soru: hangi “geçmiş” ?

20 sene öncesini bundan 10 sene önceki algılayışımla bugünkü algılayışım arasındaki fark, geçmişi bugünden kurulan bir nesneler ağı yapar. Bu noktada diyalektiğin nasıl çalıştığını bulabilirsek bu diyalektik kendini an ‘da parçalayabilir.

"geçmiş, her anlattığımızda kılık değiştiren bir uydurmadır. Kulaktan kulağa oyununa benzer. Yaşanmış, geçip gitmiş zaman her aktarmada bir parçasını kaybeder, değişir, sonunda hiç kimsenin aslını tam hatırlayamadığı bir hikâyeye dönüşür."

Geçmiş bugünü, bugün geçmişi belirler.

Bir soru da şudur: bundan 1 dakika öncesi nerededir?

Dündür. Bugünün sebebidir. "keşke"lerle "iyi ki"lerin barınağıdır.
"anlayana sivrisinek saz anlamayana davul zurna az"dır.
Derstir. Tarihtir, tekerrürden ibarettir.
Anılardır. Hayallerin temelidir.

Bir orkestra tek tek enstrümanların toplamı değildir. Bütün, parçaların toplamından farklı ve fazladır. Geçmiş ve gelecek de anların toplamından fazlasını ifade eder bu yüzden.

"geçmişin geçmiş olması için zamanın geçmesi yetmez." der Amin Maalouf

Bende diyorum ki; uzun uzadıya seyre dalmaktansa bir elmayı ortasından ikiye kesip yarımlardan birisini boş ele almak lazımdır…

"şimdi kendime bir hikâye anlatacağım ve artık sadece buna inanacağım. Çünkü ne zaman dönüp baksam geçmişe görüyorum ki yine değişmiş. Ya bir coğrafya eksilmiş ya da bir tarih eklenmiş. Hiçbir şey yerinde durmuyor bu hayatta. Hiçbiri memnun değil yerinden. Belki de hiçbir şeyin yeri yok aslında. Onun için sığmıyorlar bıraktığın çukurlara. Hâlbuki sırf onlar için, boylarını ölçüp de ona göre kazmışsın. Ama hiçbir halta yaramıyor! Hepsi de gözünü kırpmanı bekliyor. Kaçıp gitmek için. Ya da yer değiştirip seni delirtmek için. Özellikle de geçmişin."

"insanın yaşayabilmesi için geçmişi kırıp dökmeye ve ortadan kaldırmaya bir gücü olması ve bunu zaman zaman uygulaması gerekiyor" (Nietzsche)

Geçmiş, gelsene bişi sevcem birazcık senden…


Şöyle bir ardıma bakıyorum ve geçmişimin gözlerinden hasretle öpüyorum….

KAY'NA'NA NOKTASI :)



Kay’na’na Noktası

Bir gün bir bakmışım anne olmuşum… Sonra bir bakmışım evlat büyümüş…  Kaynama noktasına gelmiş J
Bir gün bir bakacağım ki torunların sayısı artmış…

Ortada “ben kaynana oldum” “ben kaynana oldum” diye dolaşasım var şu aralar…
Mutluluğumuz daim olsun, güzellikler getirsin diye diliyorum hem onlara hem onların mutluluğuyla mutlu olan kardeşlerime, dostlarıma…  Bende, onlarda, emeği olan herkesler de mutlu olsun…
Netice de gökten düşen 3 elma…
Benim âcizane dileğim bu 3 elmanın hak edenlerin yüreklerine düşmesi…

Kaynana noktası kulağa “kaynama noktası” gibi geliyor dimi…
İçten yanmalı motor durumu söz konusu valla…
Allahım diyorum, ben kaç yaşına geldim… Bu çocuk ne zaman bu kadar büyüdü…

Ben hep “çokbilmiş” oldum… Yani bu karşımdakilerin benimle ilgili yorumu oldu çoğu zaman…

Eski eş bana bir gün “sen çok fena “kaynana” olursun” demişti. O bilmez ama bundan çok korkmuştum o gün…

Çünkü ben üstümde baskı kurulmasından hiç hazetmeyen bir çocuk ve yetişkin oldum hep…
Birilerinin çıkıp bana yarım yamalak bilgisi ile hâkim olmadığı bir konuda sırf bir kelam etmiş olmak için ettiği laflara hiç tahammül edemedim… Biri yanlış bir şey söylediğinde, hele de bunu çok da doğru bir kelam ediyormuş edasıyla dikte ettiğinde içime koca bir kaçma kurtulma ateşi düştü hep… ya da içimde kaçtım gittim…

Benim akıllı, kararlı bir kayınvalidem vardı. İlk başlarda annemden hiç alışkın olmadığım karışma ya da onun fikrine uygun olmayan bir şey yaptığımda, bunu onaylamama durumundan rahatsız oldum.  Ama zaman ve süreç bana onun ne kadar çok şeyi öngördüğünü, beni hangi konularda uyardığını ve ne kadar haklı olduğunu gösterdi…  Önemle belirtmek isterim ki tek bir gün tartışmadık, sözünden çıkmadım… Ama bazı davranışlarımı ona uydurmaya çalışırken zorlandım. Ona göre fazla özgür yanlarım bazen içimde isyan etti… Bir gün boşandım…  İznini almadan bunu yapmış olmasam asla boşanamazdım… Çünkü kendi annemden daha fazla evliliğim içinde boşanma fikrime karşı durdu.  Ona göre bunu asla yapmamalıydım. Şimdi yıllar sonra geçmişe baktığımda kendisini hasretle ve rahmetle anıyor ve birçok konuda “annem haklıymış” diyorum. Çünkü şimdi ki tecrübem o zaman ki Emine’nin hatalarını bana çok net gösteriyor.

Eski eş bugün ne düşünür bilmem ama ben tüm yaşamım içinde en şanslı olduğum konulardan birinin gönlüme, huyuma, suyuma, gözümün gördüğü güzellik, içimin hissettiği doğruluk anlayışına bu kadar uygun bir geline sahip olmak olduğunu düşünüyorum.
Sıla ve ben Poyraz’ın 1 yıllık bir askerlik sürecini çok eğlenerek, çok özleyerek birlikte geçirdik… Oğlanı ülkenin bir ucuna gönderdik ve birlikte özlemle bekledik… Ben çok şanslıyım çünkü onun evladımı nasıl sevdiğini kendi gözümle gördüm… Bir annenin bu sevgiyi nasıl anladığını çok iyi anladım. Bu benim için çok önemli çünkü boşanmamdan çok kısa bir süre önce kayınvalidem bana bakıp çok kırgın ve alınmış bir sesle… “sen artık benim oğlumu sevmiyorsun” demişti… Sorun belki sevmek değildi ama kesinlikle tahammülün evlilik içinde azalmasıydı… Ben bile farkında değilken annemin bunu nasıl anladığı anlamamıştım… Oysa bir bakış, bir gülüş yetermiş bir annenin bunu anlamasına…  Benim kızım oğlumu seviyor… ;)


Şimdi evlatlarım yola çıkarken ikisi içinde o sevginin, hoşgörünün ve saygının sürmesini diliyorum. 

Çünkü yaşam güzellikleri kadar sıkıntıları ve zorluklarıyla da geliyor… Umuyorum bu yol onları güzelliklere, birlikte taşır… Ben nasıl oğlumdan razıysam kızımdan da razıyım…

Karışır, değişir ona hayatı dar eder miyim bilmiyorum… Umarım yapmam J Ama Kay’na’na Noktam çok farklı fikirlerimiz olmadığını,  o nedenle çok güzel kaynaştığımızı bu birliktelik içinde oğlumun yandığını söylüyor…

Çok yolumuz var birlikte… Birlikte çok şey yapacağız… Benim kızım olmadı…  Sılam evimize “kız evlat” bolluğu ve bereketiyle geldi…  Sadece benim değil, Poyraz’ın değil, Ferit babasının da kıymetlisi o…
Adamın içinden bambaşka bir adam çıktı baştan böyle olsa valla boşamazdım J


İkili ilişkilerde 1. kural insanların fikirlerine saygı duymak,  bilgi ve fikri dikta etmemek olmalı… 

Biri bana gerçek zeminli bir nedenle bir eleştiri getirmiyorsa ve kendini herkesten bilgili, üstün sanıyorsa ve konuşmaya “bence” diye başlamayıp, inatla ben haklıyım diye devam ediyorsa… Ve fikrini bağırarak söylüyorsa…
Dinlemiyorum…

Biri bana sürekli kendi hırslarıyla, kıskançlıklarıyla geliyorsa, geldiğinde bulacağı yerde olmuyorum…

Biri benimle konuşurken “bak” diye konuşmaya başlıyorsa “bakmıyorum”

Ben tüm yaşamım boyunca “dominant” olmakla suçlandım…

Bazen çok haklı olsalar da çoğu kez hissiyatım bunun benimle ve fikirlerimle ilgili sıkıntılarından kaynaklandığı oldu.  Asıl mesele, birçok zaman onların benim üzerimde kurmak istedikleri otoritede başarısız olmalarının karşılığında, bana karşı takındıkları hırçın tavrın da  “benim suçum” olmasıydı ve istedikleri sonucu alıp bana söz dinletemeyince  “sen de çok dominantsın ama”  dediler J oysa ben aklıselim fikirlere çok saygılıyımdır. Ve gerçekten saygın bulduğum insanların fikirlerini benden küçük ya da büyük fark etmeksizin dinler, değer veririm.  Ama kendini çok akıllı zannedenlere,  akılsızlığa ve hırslara karşı tahammülsüz olduğum doğrudur.

Hep bundan korktum Poyraz büyürken. Bir gün karşıma tahammül edemeyeceğim birini severek gelirse neylerim diye düşündüm. İstemeden kırarım… Zorlanırım.

O nedenle “Kay’na’na noktamda” bunu yaşamımdan uzak tutmak için hep dua ettim.
İşte o yüzden akıllı ve fikirleri olan bir evlat yetiştirmeye çalıştım.  Çünkü doğrular doğruları getirir… Ve işte o yüzden akıllı, saygı duyduğum fikirleri olan, tertemiz yürekli bir gelinim oldu…

EZCÜMLE;

GELİNİ İYİ TUT YAŞLANACAKSIN BİR TEK OĞLUN VAR J)))))))

SILAM GÜZEL KIZIM, AGNES’IM, SO FLUFFYYYY…
HOŞGELDİN…
ÇOK HOŞGELDİN… İÇİMİ ISITTIN… YÜREĞİMİ RAHATLATTIN…
İYİ Kİ GELDİN J NE ÇOK GÜZELLİK GETİRDİN J


(ağlamıyorum gözüme bir şey kaçtı)