28 Kasım 2017 Salı

KADINA YÖNELİK ŞİDDET



Hiç haberler izlemeyin o kadar çok şiddet vakası var ki… Türkiye’nin her yerinde kadınlar bıçaklanıyor, öldürülüyor, dövülüyor…  Kadından hızını alamayan erkek artık evladını öldürmeye başladı…  evladını pompalı ile vuran baba, karısına ateş ederken 2 buçuk yaşında kızını vuran baba… Toplum olarak cinnetin eşiğindeyiz…
Erkeğin durumu zor bu memlekette biliyorum… Adam gibi işi bile olsa ev geçindirmesi zor bu şartlarda… Erkek cahil ama kadınlarımız da anlaşılamaz bir cehalet var… Diyor ki kadın “bu zaten hep uyuşturucu” kullanırdı… Kafamda deli sorular sen neden uyuşturucu alışkanlığı olan bir adamla evlendin ve 2 çocuk doğurdun peki… Yani aslında uyuşturucu kullanan biri evinde patlamaya hazır silahtır zaten… Mutlu, mutlu uyuşa uyuşa yaşanmaz çünkü kaçar o işin şirazesi… İlla uyuşturucu değil o yoklukta içkide bazen sebep oluyor…
Dar mahallelerde yaşam savaşı veriyor insanlar… Bir yandan yokluk, bir yandan cehalet, din baskısı, aile baskısı, mahalle baskısı… Kadın ayrılmak istese namus oluyor, kalsa dayak, aldatma hatta ölüm… Artık o kadar yoğun ki evlenme programının yerine üreyen “siz işleyin cinayeti biz çözelim ablacım” programları mantar gibi… Konu sıkıntısı yok maşallah…
Bu kadına şiddet savaş demeden barış demeden; devlet, toplum ve ailenin kadına reva gördüğüdür aslında… Savaşta tecavüze uğrarsınız… Barışta dayak yersiniz… Toplum illa sizi suçlayacak bir şeyler bulur… Aile sussaydın der… Valla şahsen benim anam hiç demedi ama geçmiş zamanda kızım aldatma için boşanılır mı atsaydın evden, dayak yememek için susacaksın diyen bir kayınvalidem oldu… İşte o sebeple diyoruz kadına şiddette kadının da rolü var diye…
Kadınlar ne yazık ki en yakınlarındaki erkeklerin (eş, sevgili, baba, erkek kardeş) şiddetine maruz kalıyorlar ve onlara sevginin kan bağıyla ya da aidiyetle ilgili olduğu öğretilmiş olduğundan, şiddet uygulayan erkeğe şiddet anında öfkelenip hemen ardından da bağırlarına basıveriyorlar… Daha dün gece haberlerde kızını vuran kocası için bir kadın “çocuklarımın babasıdır, canı sağolsun” dedi… O çocuğu bu ailede bırakan sosyal devlete yuh olsun diyeceğim… Hangi sosyal devlet diye yankılanacak…
Okumuş kadının, eğitimli kadının uğradığı şiddette maalesef bambaşka bir boyut var… Alternatif bir hayat seçeneğine ve kendine uygulanan şiddeti cezalandırma hakkına sahipken ve bu bilinci de edinmişken arıza tiplere âşık olma eğiliminden kaynaklanan durumlarda kadının da bu şiddette payı vardır diyorum.
Devletin ceza ve koruma konusunda yetersiz kaldığı birçok şikâyette polisin aile kavgasıdır dediği, umursamadığı durumlarda sonu çocukların felaketine uzanan trajediler yaşanıp duruyor…
Ve biz “FARKINDALIK İÇİN TURUNCU GİYİYORUZ”
AİLE VE SOSYAL POLİTİKALAR BAKANLIĞI'NDAN '25 KASIM' ETKİNLİĞİ…
Hangi bakanlık bu… Müftülere nikâh hakkını savunan… Bir kereden bir şey olmaz diyen… Danışma merkezlerine giden boşanıyor diye soruşturma başlatan… Tecavüz haberlerini görmezden gelin görünce aileler rencide oluyor denilen… Yıllardır böyle bu… Gelen gideni aratıyor…
AİLE İÇİ ŞİDDET, KADINA ŞİDDET BİR DEVLET SORUNUDUR… VE BUNUN DAHA ETKİN YASALARLA ÇÖZÜMÜ ACİLEN GEREKMEKTEDİR…
Mor ya da Turuncu yemeni bağlamakla çözülmüyor o sorunlar…


17 Kasım 2017 Cuma

BAZI KADINLARIN SEVMEYECEKLERİ BİR YAZI



Kadının fendi kadına düşman…

Türkiye’de feminizm lafının çokça telaffuz edilmeye başladığı dönemlerde ben bir genç kızdım… Duygu Asena, şüphesiz hakkında bireysel olarak ne düşünürseniz düşünün birçok hakareti göğüsleyerek, popüler ve maalesef alt yapısız bir kadın duruşu oluşmasına sebep verdi… Doğru ya da yanlış…

Türkiye Cumhuriyeti kadına özgürlüğü, düşünsel ve yaşamsal duruşta kanun önünde bazı hakları verdiyse de; geleneksel aile düzeni içerisinde Türk kadının içinde bulunduğu, dört yanından kendisini bağlayan ipleri koparması o kadar kolay olmadı, hala da olmuyor kanımca… Hala modern kadın duruşu ile geleneksel Türk aile yapısı arasında gidip gelen bir kadın var… Kariyer mi yapsın, çocuk mu doğursun,  evlensin mi, yoksa bekâr olmakta bir yaşam tercihidir mi desin bilemiyor Türk kadını… Evliliğe tutsak olmakla yalnızlıktan savrulmak arasında gidip geliyor kanımca…

Kadın iseniz işiniz, mesleğiniz, statünüz ne olursa olsun iki bacağınızın arasındakinin ederi kadar hak ve hukuka sahip olduğunuz bir dünyayla sürekli savaşmak zorundasınızdır… Hele de bizimki gibi anaerkilden evrilmiş bir ataerkil düzende… Yani aslında erkeğin kadına yönelik şiddetinin çoğu zaman başka bir kadının yönlendirmesi ile şekillenmesi söz konusuyken…  İki ayrı birey birbirinden bağımsız ama bir arada olamıyorken... Kendini, özünü koruyup birliktelik yaşanamıyorken… Kadın hep birlikte olduğu erkeğe göre şekillenmek zorunda kalıyorken.

Şüphesiz kadın evlilik kurumu ile ailesinin kısıtlamasından çıkıp, kocasının kısıtlamasına girdiği bir düzen içerisinde koşulsuz özgürlük konusunda hep aksaktır… Yine de evlenir… Maden işçisinin ölümü göze alarak o işe girmesi gibi… Evlenir çünkü aksi durumda da hep aksaktır, eksiktir.
Duygu Asena ile bu ülkeye empoze edilen feminizm çok şekilci ve belirli statüdeki kadına çok yönelik gelmişti bana… Aynı dönemde Yeşilçam bu akımı çektiği sevişebilen Müjde Ar filmleri, bilmem kaç çocuğu varken başka adamla cinselliği keşfedip kaçan Hale Soygazi filmleri ile pekiştirmiş ve kanımca kadının gerçek anlamıyla özgürleşmesini hem telaffuz edip hem de budamışlardı… Demek ki feminist kadın olmak özgürce sevişmek, tek başına bir evde oturmak, eve adam almak hatta kenar mahallede devrimsel bir aşk hikâyesi yaşamaktı… Oysa tüm bunlar zaten vardı toplumda sadece legalleşmesine uğraşılmıştı… Bir panelde gencecik bir kızken kendisine, Duygu Asena’ya şunu sormuştum…

“Eğitim imkânı bulan, ekonomik gücü olan, toplumsal baskının en hafif olduğu liberal çevrelerde yaşayan kadınlar için paket halinde sunulmuş bu özgürlükler gerçekten baskıya maruz kalan kadına zarar vermez mi sizce?”

Çünkü o yaşta bile özgürlüğün maddi ve cinsel bağımsızlık anlamı taşıyor olması bana sıkıntılı gelmişti… Ki ben okuma şansı olan, ailesinin dini ve ahlaki dogmalarla büyütmediği ve hatta evlenmeden çocuk doğurmuş radikal bir genç kız idim…

O gün düşündüğüm kadının “diğer kadını” kendinden eksik bularak ötekileştirdiği idi… Yani bu özgürlükler adeta Nişantaşı ablaları içindi… Çünkü toplumsal olarak gerçek hak ve hukuk ancak kanun önünde eşitleşerek ve ailenin, erkeğin doğru eğitimi ile mümkündür… Bir erkeğin doğru eğitimi de çoğu kez bir kadının mahir ellerinden geçebilirdi.  Siz bir köyü ziyaret edip “bak ablacım sen özgürsün, bu adama çek resti dediğinizde” bugün hala komik olursunuz… Değil ki o yıllarda…
Ama o dönem duyarsız bir akımdı feminizm... İstatistiki olarak bilemem ama epey bir kadının “ne çekecem seni, boşanırım” demesine sebep olmuştur kanısındayım. En azından ben buna benzer bir sürü hikâye biliyorum.  Tekrar yazayım ki benim sıkıntım feminizm ile değildi asla da olamaz. Ancak sıkıntım okumuş ve zaten bazı haklara sahip kadının bir başka zümreye duyarsızlığı idi…
İşte o sebep diyorum ki; kadının fendi kadına içten içe düşmandır…

Rahmetli kayınvalidem bana çok kez kendi kayınvalidesine neler ettiğini anlatmıştı… Zor gelin imiş, zor kayınvalide idi… Ama çok akıllı bir kadındı. Kadınları sevmezdi. Bunu da net söylerdi. Kadınlar dünyasının çok tipik bir temsilcisi idi… Beni de pek sevdi diyemem ama bir suçum vardı da diyemem… Çünkü geleneksel yapı içerisinde beni sevmemesi gerekliliği öğretilmişti ona… Ben de evlenmeden çocuk doğurabilen çok radikal bir genç kadındım. Ve en kötüsü bunu asla bir yanlış, eksiklik ve utanmam gereken bir şey olarak görmüyordum. Oysa onun dünyasında teli duvağı ile gelin olmamış bir kadın külliyen yanlıştı… Dolayısıyla onun yetiştirdiği bir erkek evladında yaptıklarının beni şaşırttığını söyleyemem… Ben oğlumu bir kadın düşmanı olarak yetiştirmedim… Kadına “izin” verebilecek, tahakküm edebilecek, kadının bireyselliği hakkında ahkâm kesebilecek bir mihenk taşı olduğunu ezber ettirmedim… Çünkü benim annemde beni ve erkek kardeşimi bu düşünce ile yetiştirmedi… Ve oğlumda kardeşimde gayet sağlıklı düzgün erkekler olarak büyüdüler… Hiç de eksik erkekler olmadılar… Yani bir annenin erkek evladına ve kız evladına vereceği zarar külliyen bir topluma verdiği zarardır… Ama kadınlar bunu yapar maalesef… Yapmayan kadın iseniz yapan kadınlar arasına sıkışır kalırsınız…

Benim sıkıntı duyduğum din ile yobazlaştırılmış düşüncenin sebebiyet verdiği anlaşılır yıkımdan çok okumuş kadının şuursuzluğu ile kadına verdiği zarardır… Kadınlara erkeklerden daha çok zarar veren kadınlardır. Özellikle kadın hakları ve özgürlük konularında…

İş ortamında eline güç geçen kadının nasıl manyaklaşabildiğini, a kişisine söylenenin, z kişisinden nasıl duyulabildiğini bilirim… Lafta feminist, özelinde kadın düşmanı çok kadın tanırım ben… Belki de bu konuda yazıyor olmak beni de bir tür kadın düşmanı yapar… Ya da kadına dair eleştiri getirmek… O kadınlar sevmez benim gibi kadınları. Çünkü benim gibi kadınlar onların yürüyen tekerleklerine çomak sokar… Evli barklısı da vardır bekârı da bu dişi canavarların… Kimse kızmasın bunlar için hiçbir değerin önemi yoktur… Belli belirsiz flört ederler iş konuşurken bile… Sen eşşek gibi çalışırken onlar mevki alırlar… Sen bir yerlere gelmek için didinirken onlar önce hemcinslerine kazık atma derdindedirler… İki arada bir derede birilerinin hakkında doğru yanlış bir şeyler uydurur yada karşı tarafın kucağına bir acaba bırakır istediklerini elde ederler… Bunlardan birinin oğluyla evlenirsen anan ağlar… Çok belirgin olarak bu kadınların yüzüne de tüm bunları söylesen bir şey fark etmez çünkü ilişik bir gülümseme ile bakarlar yüzüne… Bir şey olmaz yani onlara… 1930- 40- 50 ve 60’ların zarif hanımefendileri, 70 lerin hem anne, hem çalışan kadın olmak için mücadele eden o samimi kadınları işte o yarım yamalak ve yanlış anlaşılmış Türk usulü feminizmi ile 80 den sonrasının ne olduğuna karar verememiş özenti kadınına dönüşmüştür Türkiye’de…

Yani o kadın cinayetlerine bir daha bakalım… Ölen bir kadının hikâyesinde oğluna “sana bunu nasıl yapar o şırfıntı” “erkek değil misin sen” diyen bir ana bulabiliriz… Elbette hep böyledir demiyorum ama bu ülkenin yerel gerçekleri de ortadadır… Gelin “alınır” maldır bir nevi… Geline oğlan askerdeyken ev ahalisi tecavüz ederde o evdeki kaynana gelin için “ orospu” der… Yani erkeğin kötüsü ne ki kadının kötüsü yanında…

Kızlarını bu dünyada büyüten annelerin yapacağı şey “birey olmalarını” sağlamaktır… Erkek evlat büyütürken ise o ciğer parçalarımıza rağmen kadının yaşadıklarını unutmamak ve buna sebep erkekler yetiştirmemektir.  Daha geçenlerde gayet okumuş, kokoş sevimsiz bir abla benim yanımda dedi ki “ay valla hiç de dayanamam oğlumun başka bir kadını sevmesine” … Önce bir baktım, sonra dayanamadım “umarım aklı başında bir kız hormonlarına yenik düşüp senin salak oğlunu sevmez” deyivermişim… O cinayetlerin azmettiricisi olmamak elimizde… Unutmayın her cinayet ölümle bitmiyor bazılarında ölüm yok ama mutsuzluk bu hayatın zehir olması da bir insanı öldürmektir…

Diliyorum bir daha ki yazıda hemcinslerim için güzel şeyler yazarım…


Ama önce arkamı kollamaktan kurtulmam gerekiyor sanırım …

16 Kasım 2017 Perşembe

Öpünce KURBAĞA olmayan PİRENZ istiyoruz…






Yıllar önce kurbağa şeklinde bir oyuncak bulmuştuk… Suya atıp birkaç gün beklettiğinde kurbağa eriyor içinden boynu bükük bir prens çıkıyordu… Pek gülmüş hatta yıllar önce Facebook bu kadar işlevsel değilken yukarıdaki isimle bir sayfa açmıştım… Öpünce KURBAĞA olmayan PİRENZ istiyoruz…
Gönlü kırık kadınlardan oluşan pek güzel bir grup olmuştu… Şimdi bakıyorum oradan birkaç kişi prensine kavuşmuş… Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine…

Ama benim sorunum benim “prens” ile… Beyaz atlı prensle hatta… Yaş gereği kraldır artık o ama adı böyle bu kadınsal düşün… Küçük bir kızken bile beyaz atlı prensleri değil Uğultulu Tepeler’ deki Heatcliff’i severdim ben… Oldum olası sevmem öyle sakin, aklı başında adamları… Öyle kadında sevmiyorum sanırım yani bu bir karşı cins tercihi değil… Uyaroğulları ve kızları çok bana göre değil demek ki… Benim akıl hep Haylazgillerde…

Dün gece “Ufak tefek Cinayetleri” izledim… “Bu kadar da olur mu ?” dediğin yerde aklına yaşam boyu yaşadıkların geliyor… Ufak bir kızken “Sağ olsun annem sayesinde pek cici bir kızken yani” çok süslü, şık bir çocuktum… Annem terzi olduğu için süsler süsler çıkarırdı dışarı oynamaya… Çoğu zaman çok şıktım ama oyun oynamaya çok müsait değildi kıyafetlerim… Biraz kokoş olunca tabii mahallenin kızlarından bir grup tarafından bir kireç birikintisine atılmıştım bir gün… Bir arkadaşta bana olan sevgisini çöp tenekesinin yanından geçerken “bak burada dün fare ölüsü vardı” deyip üstüne atarak göstermişti… Ben hiç anlamamıştım ama “şaka” sanmıştım… Sonra orta sondaydık çok cin bir erkek arkadaş bana gelip “kızım sen salak mısın” bunlar bildiğin senin arkandan iş çeviriyor dediğinde; “ ben bu ben olmaya başladım”…

Yani demem o ki “Kadınlar dünyası bayağı çetindir”… O dizi tutar yani… İş yapar...
Dizi güzel ama dizi de bir de “beyaz atlı prens” olması ayrıca güzel… Hakkını yemeyelim o role pek yakışmış kendisi… Şöyle bir bakınca kötü kalpli cadıyla nasıl olmuşta evlenmiş bu beyaz atlı prens diyor insan… Adeta kurbağa imiş biri öpmüş prens olmuş ama tabiatı gereği sinek yemiş gibi duruyor...
Dün gece düşündüm benim beyaz atlı prensim oldu mu? Var mıydı? Neredeydi?
Anladığım şu benim prensimden haber alınamıyor, akıbeti belli değil!

Hal böyle olunca kafada bir sürü ihtimaller, olasılıklar, komplolar, senaryolar oluşuyor haliyle…
"beyaz atlı prensi bekleme, seyise razı ol yoksa ata kalırsın" diyorlar ya gülesim tutuyor… Ben bu cümledeki seyisi görmeden karar vermemek lazım diyorum… Prens’ten daha iyi olabilir…
Yakışıklı prensin öpüp uyandırdığı Pamuk Prenses i okurken bile çizimdeki prensi beğenmemiş bir kız çocuğu olarak bana prens bulmak haliyle zor oldu… Selvi Boylum Al Yazmalım’da “sevgi neydi? Emekti …” cümlesini anlasam bile muhtemelen Kadir İnanır’la giderdim ben… Ki öyle yaptım gördüm dünya kaç bucak…

Ama sadece bir kez, bir tek insan için “aman tanrım bu beyaz atlı prens” mi demişliğim var… Benim romanımın beyaz atlı prensi olmadı… Ama benim hayatımın beyaz atlı prensi sanırım hala o… Sadece 48 saat içerisinde eve gitmeyi, yemek yemeyi, eşyalarımı, arabadan inmeyi, nerede ve kim olduğumu ve hatta adımı bile unutmama sebep olan “beyaz atlı prens” benim öykümün kahramanı olmasa da ya da olmadığından benim için hala beyaz atlı prens… Yani bu ahir dünyada “beyaz atlı prensi” görmedim demiyorum ben… Muhtemelen kendisi de bu yazıyı okuyup “kimmiş acaba” diyebilir…
Bir prensi prens olarak korumanın en iyi yolu buydu belki de… Hem ayrıca prensi haketmek için prenses olman gerekir… Ama yaşam pek öyle prens, prenses öyküsü değil… İş var güç var… Parasızlık var, sıkıntılar, üzüntüler var, yaşlanmak var…

Yani bulupta koruyan, buldum sanıp kaybeden, monarşiye inanmayan, yaşı kemale erdiğinde bile hala için için o romanlardaki prensi bekleyen, bulduğu herkesi prens sanan, bulduğu herkesten prens yapmaya çalışan, prensi bir gidip boka konmuş bir sineği öpmüş olan, prensi attan inince hımbılın birine dönüşmüş olan kim varsa bu hikâyeye inanan eminim almıştır boyunun ölçüsünü…
Ben hikayenin şövalyesine aşık olan pamuk prensesim… Kalbini yerinden sökemeyen, kıyamayan şövalye yerine bir düşe aşık olan prenses salaktır…

KÖKTEN ÜÇ ELMA DÜŞMÜŞ… BİRİ BANA , BİRİ SANA… ÜÇÜNCÜSÜ ŞÖVALYE’YE…