3 Ekim 2014 Cuma

PENCERE

“pencereyi kapama
kuş dolabilir içeri
sen neyi taşıyabilirsin
kırık bir dalın yükünü mü

pencereyi aç
soluğun çıksın dışarı
sen büyütmedin mi ciğerinde onu
kokusu hayatı yıkasın diye...”  Arkadaş z. Özger

PENCERE…

Küçükken “sıkıldım” dediğimde babam “göğsünden pencere aç” derdi… Çok severdim o cümleyi… Anlamını düşünmeden, anlamadan bile göğsümden bir pencere açmak fikri beni rahatlatırdı.

Göğsünden bir pencere açmak aslında ne çok şey demekmiş… Nefesimin daraldığı, canımın yandığı, çok üzüldüğüm zamanlarda yine babam kulağıma fısıldıyor… Bir pencere ne çok derde deva…

“pencere,
en iyisi pencere; geçen kuşları görürsün hiç olmazsa;
dört duvarı göreceğine…” diyor Orhan Veli…



Yürekten bakıldığında acıtabilen, beyinden bakıldığında sıkıcı olabilen; her ikisini birleştirip bakıldığında hayalleri bile gerçek kılma olasılığına sahiptir pencere, sınırları, çerçevesi bakan göze göre müthiş oranda değişebilecek mahaldir.

Beynin dışarı vuran aynası, aynasızıdır.

Küçükken pencerelerine tahta kepenkler kapatılan bir evde büyümüşseniz, ne vakit hava kararmaya yüz tutsa o kepenkler dünyayla aranıza kapanmışsa… Benim gibi kalın perdeler bile koyamıyor olabilirsiniz pencereyle aranıza… Dört yanı duvar odalarda kalamam ben, uyuyamam, oturamam, nefes alamam… Bir yanımda hep pencere olmalı… Ve hep dışarıyı görmeliyim, sokağı, insanları… Yukarı baktığımda gökyüzünü… Bulutları, yıldızları…

Küçükken pencere başında sokak beklenirdi… Gelen geçen seyredilirdi. Sokaklardan satıcılar geçerdi. Evlerde televizyon bile yokken pencereler gerçekten dünyaya açılırdı. Karşı evin çocuğu ile arkadaş olunabilirdi, pencereden pencereye kışın sözsüz yazın biraz sözlü bir iletişim kurulabilirdi.

Kış geldiğinde pencereler buğulanır, buğuların üzerine minik parmaklarla resimler çizilirdi. Pencerede oluşan parmak izleri yüzünden anneden azar işitilirdi. Bir zaman pencereler gerçekten dışarı açılırdı.

Oysa şimdi hepimizin pencereleri içimize açılıyor.

Pencereniz kapalıyken bakıyorsanız dünyaya camın buğulu olup olmaması veya pencere camının rengi gördüğünüz dünyayı etkiler. Oysa çıplak gözle bakmalı dünyaya… Çünkü hayat öyle ya da böyle akıp gidecektir en nihayetinde.

Pencerenin en yaman çelişkisi ise duvarların bulunduğu yerde olmasıdır kanımca.

Kapalılık çevrelemişken etrafınızı, uzanıp başınızı çıkarabileceğiniz bir kapıdır aslında. Kapı gibi kesin de değildir ama. Yani tamamen çıkmak hali yoktur bu pencerede, ayaklarınız duvarların içindeyken başınız, aklınız, onlara hiç aldırmadan uzatıverir kendisini "dışarıya".

Bir bakıma içerde bir bakıma dışardasınız yani...

Hayallerinizin ilk tualidir pencerenin bünyesindeki camlar ama suya yazıldıklarından bir anda silinir ve giderler.  Her şeyin gideceğini ve yine her şeyin geçeceğini size öğretmeye çalışan ilk öğretmenlerdir onlar… Pencere görebilmeniz için bir araçtır…

İçe dönük bilinç pencerelerinin arkasında yaşadığımız gri günlerde, her şey sürekli eksilirken, flulaşırken ve daha çok yitip giderken; dışarıyı, hayatı işaret eder pencereler.

"baktım olmaz seyre daldım anılardan bir tomardım
çok yoruldum çok daraldım penceremden gir içeri"…

Bazen değil ait, misafir bile olamayacağımız yaşamlara açık unutulmuş ya da bilerek öylece bırakılmış perdelerden geçici bir süreliğine sızma hakkını tanıyor pencereler. Tek kişilik bir locada çoğu üç vakte kadar bozulacak kararlara ev sahipliği yapıyor. Bahsi geçen tüm kararları bozup kürkçü dükkânına dönenleri yeni baştan bir yağmur serinliği alıyor.

Pencereler, kapılar gibi sonradan gelecek pişmanlıktan bihaber sergilenen öfkelere alet olmuyor, sertçe çarpılarak kapanmıyor.  
Pencereler kokar… Sokak kokar, dışarısı kokar, toprak kokar, yağmur kokar… Bunca yıl sonra hala yağmur yağıp ıslanınca, "eve dönen babayı pencerede beklemek" kokar.

“pencere böyle bir şeydir, değil mi ki her
şey içersi içindir.
-camı vuran kim?
-serseri bir bulut.
-bir yaprak.

pencere her şeydir."

Hamiş; "bu dünya bir pencere, her gelen bakar gider."