“pencereyi kapama
kuş dolabilir içeri
sen neyi taşıyabilirsin
kırık bir dalın yükünü mü
pencereyi aç
soluğun çıksın dışarı
sen büyütmedin mi ciğerinde onu
kokusu hayatı yıkasın diye...” Arkadaş z. Özger
PENCERE…
Küçükken “sıkıldım” dediğimde babam “göğsünden pencere aç” derdi…
Çok severdim o cümleyi… Anlamını düşünmeden, anlamadan bile göğsümden bir
pencere açmak fikri beni rahatlatırdı.
Göğsünden bir pencere açmak aslında ne çok şey demekmiş…
Nefesimin daraldığı, canımın yandığı, çok üzüldüğüm zamanlarda yine babam
kulağıma fısıldıyor… Bir pencere ne çok derde deva…
“pencere,
en iyisi pencere; geçen kuşları görürsün hiç olmazsa;
dört duvarı göreceğine…” diyor Orhan Veli…
Yürekten bakıldığında acıtabilen, beyinden bakıldığında sıkıcı olabilen; her ikisini birleştirip bakıldığında hayalleri bile gerçek kılma olasılığına sahiptir pencere, sınırları, çerçevesi bakan göze göre müthiş oranda değişebilecek mahaldir.
Beynin dışarı vuran aynası, aynasızıdır.
Küçükken pencerelerine tahta kepenkler kapatılan bir evde
büyümüşseniz, ne vakit hava kararmaya yüz tutsa o kepenkler dünyayla aranıza
kapanmışsa… Benim gibi kalın perdeler bile koyamıyor olabilirsiniz pencereyle
aranıza… Dört yanı duvar odalarda kalamam ben, uyuyamam, oturamam, nefes alamam…
Bir yanımda hep pencere olmalı… Ve hep dışarıyı görmeliyim, sokağı, insanları… Yukarı
baktığımda gökyüzünü… Bulutları, yıldızları…
Küçükken pencere başında sokak beklenirdi… Gelen geçen
seyredilirdi. Sokaklardan satıcılar geçerdi. Evlerde televizyon bile yokken
pencereler gerçekten dünyaya açılırdı. Karşı evin çocuğu ile arkadaş
olunabilirdi, pencereden pencereye kışın sözsüz yazın biraz sözlü bir iletişim
kurulabilirdi.
Kış geldiğinde pencereler buğulanır, buğuların üzerine minik
parmaklarla resimler çizilirdi. Pencerede oluşan parmak izleri yüzünden anneden
azar işitilirdi. Bir zaman pencereler gerçekten dışarı açılırdı.
Oysa şimdi hepimizin pencereleri içimize açılıyor.
Pencereniz kapalıyken bakıyorsanız dünyaya camın buğulu olup
olmaması veya pencere camının rengi gördüğünüz dünyayı etkiler. Oysa çıplak
gözle bakmalı dünyaya… Çünkü hayat öyle ya da böyle akıp gidecektir en
nihayetinde.
Pencerenin en yaman çelişkisi ise duvarların bulunduğu yerde
olmasıdır kanımca.
Kapalılık çevrelemişken etrafınızı, uzanıp başınızı
çıkarabileceğiniz bir kapıdır aslında. Kapı gibi kesin de değildir ama. Yani
tamamen çıkmak hali yoktur bu pencerede, ayaklarınız duvarların içindeyken
başınız, aklınız, onlara hiç aldırmadan uzatıverir kendisini
"dışarıya".
Bir bakıma içerde bir bakıma dışardasınız yani...
Hayallerinizin ilk tualidir pencerenin bünyesindeki camlar ama
suya yazıldıklarından bir anda silinir ve giderler. Her şeyin gideceğini ve yine her şeyin
geçeceğini size öğretmeye çalışan ilk öğretmenlerdir onlar… Pencere
görebilmeniz için bir araçtır…
İçe dönük bilinç pencerelerinin arkasında yaşadığımız gri
günlerde, her şey sürekli eksilirken, flulaşırken ve daha çok yitip giderken;
dışarıyı, hayatı işaret eder pencereler.
"baktım olmaz seyre daldım anılardan bir tomardım
çok yoruldum çok daraldım penceremden gir içeri"…
Bazen değil ait, misafir bile olamayacağımız yaşamlara açık
unutulmuş ya da bilerek öylece bırakılmış perdelerden geçici bir süreliğine
sızma hakkını tanıyor pencereler. Tek kişilik bir locada çoğu üç vakte kadar
bozulacak kararlara ev sahipliği yapıyor. Bahsi geçen tüm kararları bozup
kürkçü dükkânına dönenleri yeni baştan bir yağmur serinliği alıyor.
Pencereler, kapılar gibi sonradan gelecek pişmanlıktan bihaber
sergilenen öfkelere alet olmuyor, sertçe çarpılarak kapanmıyor.
Pencereler kokar… Sokak kokar, dışarısı kokar, toprak kokar,
yağmur kokar… Bunca yıl sonra hala yağmur yağıp ıslanınca, "eve dönen
babayı pencerede beklemek" kokar.
“pencere böyle bir şeydir, değil mi ki her
şey içersi içindir.
-camı vuran kim?
-serseri bir bulut.
-bir yaprak.
pencere her şeydir."
Hamiş; "bu dünya bir pencere, her gelen bakar gider."