Yaşamın zorunlulukları,
bizi kırıp dökenler… Çok yakınımız olup bize en uzak olanlar üzerine bir
çeşitleme…
Bir reklam vardı “evdeki
huzur, mutluluk budur” ne zaman “aile” dense aklıma o reklam gelir… Çok
başarılı bir slogandı kanımca. Huzur insanın ister her gece döndüğü dört
duvarda olsun, ister kendi içinde / kendi ruhundaki yuva da… Eğer yoksa sıkıntı
büyük oluyor.
Boşanmış evlerin
çocukları nasıl hissederler bilmiyorum ben ölümle birliği sarsılmış bir ailenin
çocuğuyum. Ama büyürken yaşadığımız tam da o slogan gibiydi… Huzurlu bir evdi… Ender
çıkan tartışmalar, büyümeyen sorunlar… Bizi ve birbirini seven bir anne babayla
büyüdük ben ve kardeşim. Bu kardeşlik bağımızı daha kuvvetli yapmadı
kanısındayım. Belki de evde birbirimizden çok güvendiğimiz büyüklerimiz olduğu
için birbirimize çok muhtaç olmadık. Parçalanmış ailelerde durum nasıldır
bilmem ama örneğim annem ve dayımsa bağlarının ve birbirlerine sevgi ve saygılarının
son derece kuvvetli olduğunu görüyorum.
Kardeşlik ince
mevzudur. Çok derin seversin, evladın gibidir. Ama aynı zamanda el gibidir… En
son o duyar bazen her şeyi… Herkesin tarifi farklıdır mutlaka benim yazdığım
ancak benim tarifimdir.
Ailenin kutsallığı
kanımca “anne” kutsallığı “baba” büyüklüğü gibidir. Yani bu cümle çocuklarını
kıran, terk eden, önemsemeyen anneleri, kızlarını mal gibi pazarlayan anaları,
evlatlarına eziyet eden adamları, çocuklarına tecavüz eden babaları görmezden
gelir… Kurum kutsaldır insanlarsa sadece İNSAN…
Oysa yaşamda olan
biten bir reklam cıngılından farklıdır. İç içe geçmiş yaşamlardan örülü bir
yaşamdır aile yapısı, sorgulamak bile tabudur. Yazarken bile insan yanlış
anlayıp alınırlar mı diye düşünür.
Oysa yaşamda birçok
evde evlatlar en önce ebeveynleri ve kardeşleri tarafından incitilirler. İlk
kırgınlıklar evde yaşanır. Bizlerin tüm yaşamı ortalama olarak ilk 22-23
yılımızı geçirdiğimiz o evde belirlenir. Seçimlerimiz, kaçışlarımız, korkularımız…
Yalnızlıklarımız, kalabalıklarımız…
Ben ve yakın yaşıtlarım
“özgürlük” narası atılmayan evlerde büyüdük. Kabullenişlerle büyüdük.
Boşanmanın son çare olduğu evlerde büyüdük.
Bazı evlerde çocuklar ben ve kardeşim gibi şanslıydı. Bazı evlerde ise
durum yıllar sonra anladığım üzere farklıymış. Yani evlere gelmeyen babalar,
başka kadınlar, yalanlar, dayaklar olan evler varmış… Bunların arasında kalarak
büyüyen çocuklarmış bazı arkadaşlarım. Mutsuz kadınların ruhları çaresiz
evlatları olarak büyümüşler bazı arkadaşlarım. Yaşam o dört duvarda gördüğümden
karmaşık ve kötüymüş… Maruz kalınan en şiddetli terör... Bir ömür süren intiharmış.
Şimdilerde ise
çocuklar “boşanıveren” ya da “boşanamayıp” evi, çocukları süründüren ailelerle
büyüyor. Ortalıkta bir sürü güvensiz, öfkeli, tatminsiz genç olması herkesin
bir diğerinin üzerinde egolarını sınaması ve huzursuzluğu işte hep o “huzurlu
olması gereken” dört duvarda başlıyor ve bitiyor… Aynı evin içinde ya da farklı
evlere dağıldıktan sonra da birçoğu çocuklarının hayatını cehenneme çevirmeye
devam ediyor.
“ Bütün mutlu
aileler birbirlerine benzerler, her mutsuz ailenin ise kendine özgü bir
mutsuzluğu vardır”… Demiş Tolstoy.
Kendim büyüdüğüm evde
hırpalanmasam da ben evladımı dağılan bir aile ile taçlandırdım. Ona genç yaşta
kalp çarpıntıları, mide ağrıları ve öfkeler hediye ettim. Neden sorusunun cevabı
uzak mesafeden netse de yakından bir körlük olduğu kesindi. Ama yakın, uzak ben
yanlışlıkları görmezden gelemedim. Ben
çocuğum için evli kaldım diyen annelerden değilim, kendim için daha fazla evli
kalmamalıydım daha önce ayrılıp daha huzurlu bir evde büyütmeliydim diyen
annelerdenim. / Not; bir mutsuzlukta asla tek taraf suçlu değildir.
O nedenle oturup
bir yaşamı hiç içinde olmadan değerlendirmenin ne derece salaklık olduğunu
bilirim ben ve bizi en kıracak şekilde en yakınlarımız yargılar çoğunlukla onu
da bilirim… Kendi öngörüleri, kendileriyle bağlarımız nedeniyle buldukları,
vermediğimiz haklarla bizlerle ilgili doğru yanlış fikirlerini neremize
dokunduklarını bilmeden, düşünmeden beyan etmekte hiç tereddüt etmezler.
Oysa yaşamda en
ince ayar herkesin “başka bir insan” olduğunu anlamaktır. Bizden farklı
düşünen, hisseden, yaşayan, farklı zorlukları olan bir başka insan… Ve aile
yapısı önce bunu reddeder. İnsanın maddi ve manevi bağımsızlığa ulaşmasını zorlaştıran
bireyin biricikliğini bazı sistem, kural ve beğenilere programlayıp yok eder
çoğu kez.
Özgürlüğün
önündeki ilk engeldir. İlk toplum baskısıdır. Ben ve diğerleri çizgisinin ilk
kaybolduğu yerdir. Olmasa daha mı iyi olur, sanmıyorum… Daha doğrusu yerine
daha tercih edebileceğim bir sistem öneremiyorum. Ancak sosyal düşünmenin yapı
taşıdır ona eminim. Bununla birlikte “aile toplumun yapı taşıdır” önermesine de
katılamıyorum zira toplumun yapı taşı bireydir, birey olmalıdır.
İdeolojik olarak aile
kavramına inanmıyorum ben. Aile, kişileri daha iyi denetlemek, onların
kurallara, efsanelere bağlılıklarını daha iyi sömürmek için, bu dünyayı kim
örgütlemişse onun tarafından uydurulmuş bir yalan kanımca. Çünkü yalnız
olduğumuzda daha kolay başkaldırırız, başkalarıyla birlikteysek daha kolay
uzlaşırız düzenle. Başkaldırıyı göze alamayan bir dizgenin borazanından başka
bir şey değil aile ve kutsallığı palavranın büyüğü. Ne ayıp bir şey düşündüm
yine…
Ne yaman
çelişkisin sen aile… Bütün çelişkilerin başısın sen aile… Varlığında yokluğunda
dert senin aile… Bazen yalnızlık duygumuzun sebebi, bazen yalnızlığımızın
ilacısın sen aile. İnsanın zayıf noktasısın sen aile. Her türlü mücadeleye sizsiz
girebiliriz ama siz varsanız gireceğimiz her mücadelede sizleri de düşünmeliyiz.
Freud dahi kabul etmiş, içgüdüsel olarak seviyoruz seni. Ne yaman çelişkisin
sen aile…
Hamiş: İş bu yazının
benim hayatım ile uzaktan ya da yakından alakası yoktur. Zaten sizinle de yoktur
muhtemelen çünkü aile tabudur. Düşünülür ama söylenmez. Çünkü aile; "sen
kal, diğerleri çıkabilir."dir. Sevgiler.