1 Eylül 2014 Pazartesi

EYLÜL
























Ekim’den önce,  Ağustos’tan sonra…
Bugün aylardan pazartesi…-eylül, "sabah" kokar…
İlk gününün sihrine inandığım, hep yağmurlu olsa keşke dediğim ay…

Bir gidişe en fazla yaraşan ay… Ve haliyle, bir başlangıca da...
Gidiyorum bu şehirden ayı…
Sonbaharın başı,
Yaz sonunun mahmurluğu, kışa doğru uzanan yol…
Sesi olan bir ay... Git diyen, gel diyen…

Soluk alınan, yaşanan, hatta içinde doğulan; insanı hüzünlendiren, yer yer ağlatan ama asla üşütmeyen; yazın kırılan cevizlerin toplandığı, kışın başa gelebileceklerin hesabının yapıldığı, çoluk çocuk sabi sübyanın okul telaşına düştüğü, yurdum insanının mali sıkıntılar çektiği az buçuk buruk; rüzgârın işini bildiği etek açma, saç baş dağıtma ve sıkıntıyı def etmeyi en iyi becerebildiği epi topu 30 günden müteşekkil ay.

Yaz bitiyor, sıcaklar bitiyor, havanın geç kararması bitiyor, balkon sefaları bitiyor... Odalarda oynayacağız tavlaları, yine çay olacak olamayanların yerine…

Ama yine de…
Hayat boyu ağustoslardan sonra gelen eylüllere bayıldım ben;  tüm ağustoslarda çok ayılıp, bayıldığımdan olsa gerek...
İsyan ve teslimiyet arasında başlamanın ve bitişin bir anda yaşandığı eylüle gelince; "oh be!" derim hep. Geldin sonunda. Diğer ayların hiçbirinde olmayan kalın bir çizgi vardır ağustos ve eylül arasında. İşte o çizginin müptelasıyım.

Ağustos’un başı olsun ben doğayım,  sonu olsun sen gel…

“Eylül” Mehmet Rauf’un incelikli romanıdır Suat ve Süreyya’nın cinsiyetlerini hala karıştırdığım…
Eylül’de hafiften dökülmeye başlayan yapraklara bayıldım ben…
Hüznün miladi takvimde yer bulmuş hâli olsa gerek eylül.
Ne ağustos kadar sarı, ne ekim kadar kırmızı.

"kızarmadan bozarmış sarı yapraklarını seveyim" ben senin…

EYLÜL…