
17 yaşındaydı Poyraz; çok ciddi sıkıntılarımız vardı... Ana oğul baş başa altından kalkmaya çalışıyorduk. O hep arka odada, ben hep ön odada... Arada kendimizi oyalamak için kafamızı gömdüğümüz bilgisayarlarımızdan kafamızı kaldırıp birbirimizle dalga geçiyorduk... Sıkıntının hası sizden başkasına görünmeyen, içine başkasını çekmeyendir. Dört duvar bilir yaşadığınızı... Bir gece bir sebeple çok canım yandı... Çok hırslandım bir haksızlığa... Çünkü ben haksızlığa dayanamam... Bir insanın bir insana bile isteye egolarına engel olamadığı için zarar vermesini sineye çekebilen, bununla barışık yaşayabilen biri olamadım hiç...
Oysa Poyraz buna talimli büyüdü... Ev'de, iş’te... Bana
sabırlısın diyenler bilmezler ki çoğu zaman benim sabrım o oldu...
Bir gece bir sebeple o kadar çok sıkıldım ki... Yine
bugünlerde ki gibi midem tuttu... Gece yarısı beni bilmem kaçıncı kez doktora
götürüp getirdi... İlacımı verdi, uyuttu...
Sabah uyandığımda başucumda bir mektup buldum...
"dünle beraber gitti cancağızım;
ne kadar söz varsa düne ait,
Şimdi yeni şeyler söylemek lazım" diye başlayan...
Altında bir not vardı;
"sen kadın... benim için dünyayı karşına aldıysan, ben
senin için dünyayı sallarım... ama sen kadın, hepsinin üstesinden gelecek
kadar, bugün seni üzenleri bir gün buna pişman edecek kadar kuvvetlisin...
Uyanınca çay yapta şu balkonun keyfini çıkaralım.
Neşeli ayaklar..."
Bugün bütün kâğıtlarımı döktüm ortaya... Bana yazdığı her
şeyleri... Sonra dedim ki kendime...
"lisânı ağızda olana değil, lisânı gönülde olanlara yâr
et bizi...
tebessümü simâsında olana değil, tebessümü gönülde olanlara
kat bizi...
aşkı tende sananlara değil, aşkı ruhunda can bilenlere arat
bizi..."