ne güzel dönüyor çemberim;
hiç bitmese horoz şekerim!
Çocuk sevmek… Hele de bebek sevmek yaşama
terapidir… Çocukluğumdan beri iyidir bebeklerle aram…
Mahalle’de ne kadar bebek varsa illa ki bir yolunu bulup annelerinin dibine sokulur onları sevmenin bir yolunu bulurdum. Mert, Cenk, Kaan, Hande… Benim ilk bebeklerim… Kocaman adamlar oldular… Mert uyusun diye başında beklerdim, Adalet abla işlerini bitirir, yemek yapardı o arada… Sonra Cenk doğdu… Kardeşimde pek küçük olduğum için Cenk bebekliğini hatırladığım ilk bebekti… Kaan’ı Emel abla bize göndersin diye dört göz beklerdim… En çok köfte yemeği severdi… Hande içlerindeki tek kız bebekti… Ve bana en çok emanet edilen bebekti… 14 yaşında idim doğduğunda… Köylerde birçok kızın anne olduğu yaştaymışım… Melek abla değişik bir kadındı. Anneme hiç benzemeyen bir anneydi. O yaşımda bile o bebeğin bana o kadar rahat emanet edilmesinden hem mutluluk duyar hem de huzursuz olurdum… Ama Handeyi çok uyuttum, mama yedirdim, sokaklarda arabasıyla gezdirdim… Anne babası gezmeye gittiğinde çok onunla zaman geçirdim… Hiç sıkılmazdım çocuklarla olduğumda hala da sıkılmam… Babalar geç geleceğinde ya da seyahate çıktıklarında annemden beni isterlerdi. En çok Adalet abla’da kalmayı severdim. Arka balkonundan yazlık sinema seyredilirdi çünkü... Hem o benimle sohbet ederdi… “Datse” yani “ Sedat” geç kaldığında ona arkadaşlık etmeye bayılırdım…
Göztepe’de bir “Mahalle’de” büyüdüm ben… Hatta
en güzel sokaklardan birinde büyüdüm. “89 sokak” Karşılıklı bahçe içinde evler,
sokakta oynayan çocuklar, hatta oyun oynanacak bir boş arsa, çıkılacak ağaçlar,
düşülecek duvarlar ve bonus mahallede bir açık hava sineması… “Demiray” sineması…
Bir çocuğun çocuk gibi büyüdüğü yıllardı…
Arkadaşlarıyla oynayarak… Düşerek, koşarak, kavga edip ağlayarak yaz günlerinde
saat dört gibi geçen dondurmacıyı bekleyerek… Sade dondurma sevmem o
dondurmanın muhteşem sütündendir… Öyle her seferinde de alınmazdı… İyi bir
uykuya ödül, uslu durmaya hediye idi o dondurma…
Kapıdan geçen yoğurtçu tam kapının önünde
bağırırdı “Emineeee” … Askısındaki yoğurt tablaları ile dolaşırdı. İki yanında
da aynı sayıda tepsisi olurdu… Dengesi bozulmasın diye bir sağdakilerden, bir
soldakilerden çıkarırdı müşteriye… O
tepsilerden evlerden çıkan tabaklara önce darasını alıp sonra yoğurtlarımızı
koyardı… Bir kaç günde bir gelirdi. O
zamanlar çakma yoğurt yoktu, üstü mis gibi kaymak olan tepsiyi şu an gözlerimin
önüne getirebiliyorum. Boşuna sevmezmiş
yoğurtçu beni...
Ödemeler aylık alınınca yapılırdı. Bir kaç
günde bir alınan tepsilerin hesabı için defter tutulmazdı. Kapıya yakın bir
noktada kurşun kalem ile çentik atardı satıcı. Aybaşı gelip hesap kapandığında,
silinirdi çentikler. Satıcı ve müşteri arasındaki güven esastı… Acaba
çentikleri silerler mi ihtimali akla bile gelmezdi…
Sütçümüz yıllarca geldi… Onun çentikleriyle
yoğurtçunun çentikleri kapının iki ayrı yanında yıllarca durdu… O süt yıllarca “süt
tenceresinde” kaynadı… Kardeş kaymak sevmediği için “şekerle kaymak yemek hep
bana düştü”
Mösyönün arabasının arkasında terlikler,
gecelikler, fanilalar, iç çamaşırları vardı… Ama erkek çamaşırları satılırdı... Kadınların sokaklarda bayrak gibi asılmış külotların en abeslerini marifet gibi
almadığı yıllardı…
Mahalleye gelen bütün esnaf beni tanırdı…
Herkesle o balkondan konuştuğum için olabilir diye düşünüyorum... Kolay ısınan, kolay arkadaş olan bir çocuktum… Ta ki… İnsanlara dair hayal
kırıklıklarım olana, gönlüm kırılana dek… Neyse dönelim o zamana…
Sümerbank diye bir şey vardı… İlkokula
giderken Sümerbank kumaşından yapılmış siyah bir önlük giyerdik ve onun üzerine
takılan bir de yakamız vardı... Sert ve düz durması istenirdi bu yakanın...
İncecik boyunlarımızı acıtırdı… Sokaklar da oynamaktan mı, analarımızın
yemekleriyle büyümekten mi ya da hepsi mi bilmem zayıfcacık çocuklardık… Çok
ender bir tombilimiz olurdu… Onu da kimse tombili diye üzmezdi “oy tam
sevmelik, mıncır mıncır derdi babam” Kimsenin aklına çocukları diyetisyene,
psikoloğa götürmek gelmezdi… Büyürken kilolar verilir, arkadaşlarla oynarken
sıkıntılar unutulurdu… Anadan babadan yenilen sopa hayatın travması değildi…
Öğretmenden, müdürden hatta başka sınıfların hocalarından korkulurdu… Açıkçası
sınıftan bir arkadaşımız yıllar sonra “çocuk psikoloğu” olup, İlkokul
öğretmenimizin bir “sadist, psikopat, kötü bir insan” olduğunu söylemesine
kadar hiç böyle düşünmemiştim… Bazı
insanlar nedeniyle “psikologlardan” nefret ediyor olabilirim…
İlkokul hocam; sert, prensipli, muhteşem bir
kadındı… Çok bilgiliydi… Sadece ders değil yaşam konusunda da çok şey öğretti…
Dimdik bir kadındı… Sağlam, akıllı ve dosdoğru bir insandı… Çalışkan ve akıllı
olmaya inanırdı… Zor bir insandı… Ama sonradan gördüm ki hayatta kolay değildi…
Bugün olduğum şeyde anam, babam kadar imzası vardır… Benim gördüğüm her şeye
sorgulayarak bakan gözlerimin sahibidir… Kendisini saygı ve sevgiyle anıyorum…
İşte bu nedenlerle ben “çocuk” severim…
Çünkü ben güzel bir çocukluk geçirdim…
Yediğim yemeğin, yediğim terliğin tadını aynı hatırlıyorum. Hiç seviliyor muyum
diye düşünmeden büyüdüm… Her sabah “arkası yarın”la, öpülerek uyandırıldım…
Yoksa “hayır” dendi… Varsa “uygun” olan alındı…
Ben birbirini ve bizi seven bir anne babayla
büyüdüm…
Şimdilerde bakıyorum sessiz ve gülümseyen
bebekler var, mutlu ve âşık anne babaların evlatları onlar.
Ben dâhil onlara herkes âşık… Çok sevilerek
büyüyecekler. Dolayısıyla mutlu yetişkinler olacaklar, dolayısıyla mutlu
edecekler. Dolayısıyla insan olacaklar.
Lütfen mutsuz ve de sevgisiz ilişkiler
içerisindeyseniz, çocuk yapmayın.
Ne mutsuz nesiller yaratın, ne sizin
mutsuzluğunuz katmerlensin ne de dünyaya sevgisiz büyümüş sağlıksız bireyler
üretin...
Bebekler sevilmek içindir, bitmiş tükenmiş
ilişkilerinizi kurtarmak için değil…
Bir çocuğu sabırla, sevecenlikle sonuna kadar
dinleyebilen kalbini de dinleyebilir.
Bir çocukla saniyeliğine bile bakışmak bana
hala temizmişim hissini veriyor. Bazen otobüste, metroda kucağında çocuğuyla bi
anne oturur yanıma. Başucumda mis gibi bi koku var; masumiyet ve minicik eller
ayaklar. Ben meleklere inanmam, çocuklara inanırım. Çocuklar korur insanı. Ne
zaman bi çocuğun elini tutsam, öpsem sarılsam yenilenen bişeyler var içimde. Belki
adı umut, belki huzur... Sanırım hiçbir şey bir çocuğu sevmek, gülümsetmekten
çok doyuramaz insanı.
Altan; hem adıyla hem de torun sahibi olacak
yaşa yaklaşırken “arkadaştan” gelişiyle bir mucize benim için… Ömürlü ve mutlu
olsun… Beni evimden çıkarmak zordur, herkes bana gelsin isterim… Kapım açıktır…
Ama Altan söz konusuysa hava soğukmuş… Yağmurluymuş… Yorgunmuşum hiç fark
etmiyor… İyi ki de yapmış annesiyle, babası…
Tüm yaşamım boyunca dedim ki “çok çocuğum
olsun” … Mutlu bir evliliğim olsaydı, çok çocuğum olurdu… Poyraz; ne yazık ki çok mutlu bir evliliğe doğamadı…
Ama sevildi mi diye sorarsanız… Çok…
Şımarık edepsizi sevmemek mümkün değildi... Hala da eşşek sıpasını bebek sandığımdan kelli böyle komik durumlara düştüğümüz
oluyor…
Eğer evladınız varsa çok sevin, doğru sevin…
Yoksa çocukları sevin, doğru sevin… İnsanları sevmek zor dedim ya geçenlerde…
Onlar farklı bir şey… Sevilecek insanlar
yetiştirmek bizim elimizde…
"şimdi hangi kitaplardan
öğreneceksiniz onu,
gelmiyorsa bazı şeyler
çocukluktan geçerek."