Pantolon içine pijama
giymek, önlük altına pantolon giymek yine de şanslı olup hiç sobalı okulda
okumamış olmak, ama bitlenmemen için saçlarının kısa kestirilmesi, lastik
silgiyi kaybetmemek için ortasından delip iple boyna asmak ama sürekli
kaybetmek, abaküs, fasulye ve kürdan gibi sonraları plastikleri çıkan tüm bu “matematik
aletlerini” organik kullanmak, hafta sonu folklor dersleri, hava soğuksa beden
eğitimi dersi yerine matematik sorusu çözmek, birdirbir, uzuneşek, misket
oynamak, kızkıza/kolkola bahçede turlamak, kankardeşliği, o zaman kocaman gelen
küçücük sıralar demektir...
Okuma bayramları ve kırmızı
kurdeleler, yerli malı haftası ve turşuyla tarhananın dostluğu…
Çalışkanlar ve tembeller ayrımı,
karne notundaki dört notuna ağlayan dövülesi çocuklar,
"--neee değğdiiiğğ seni
öğretmeene söliiceaamm" cümlesi... Tahtaya isim yazan sınıf başkanı, kalem
açma eylemi, soluğu çöp tenekesinin başında almak, akabinde kalemini açmak için
gelmiş arkadaşlarla muhabbet etmek…
Göçmen kuşların kışın güneye
göç ettiğini öğrenmek… Öğretmen korkusu… Öğretmen kokusu…
İlk aşk demektir… Gencecik ölümler demektir...
Kokulu silgi, ders arası çiş
molası, simit, elvan gazozu, leblebi tozu, feza füze, kız kaçıran, çat pat,
mantar tabanca, sulu boya, pastel boya…
Son zil çaldığında okuldan (ne
hikmetse) efendi gibi yürümek yerine tam gaz koşarak çıkmak...
Kümeler, kümeleşmeler...
Tahtaya kalkınca hep yüzü kıpkırmızı
olan arkadaşın...
Sıranın üzerine abanarak ve
yalvararak parmak kaldırmak, bunu yaparken "örtmenim örtmenim örtmenim..."
diye bağırmak ve biri seçilene kadar susmamak...
Aşı günleri delikanlılık ayağına
kuyruğun en önüne geçmek ve gıkını bile çıkartmamak…
Yazlık açık ayakkabıyla
soket çorap giymek ve kirlenen çorap uçları...
"yazların sıcak ve
kurak, kışların ılık ve yağışlı” olduğu yerin neresi olduğunu hala bilmemek ama
bu cümleyi hiç unutmamak…
Islak pamuk içine konan
fasulyeden çınar ağacı yetişeceğini sanma salaklığı demektir…
Gırtlağı kesen sert yakalar…
Siyah soluk önlükler… Kız önlüğü giymek… Annenin nihayet diktiği verev etekli, sentetik
parlak kumaşlı, kız önlüğünün önünde ütü iziyle okula gitmek zorunda kalıp
utanmak demektir…
Duvarı çevreleyen dört
mevsim haritaları... İlkbahar, yaz, sonbahar, kış…
İstanbul’un fethinin bayram
olarak kutlanmadığı ama İstanbul’un fethi ile Türklerin dünyayı yeni bir çağa
soktuğunu düşünüp gururlanmak… Tarih şeridindeki Fatih resmini hiç unutmamak…
İlkokulu başladığın anda
eziyete döndüren sayfalar dolusu çizgiler…
|||||||||||||||||||
\\\\\\\\\\\\\\\\\\\
///////////////////
Her sene çektirilen sınıf
fotoğrafları, sağlık kolu, kütüphane kolu, sınıf başkanı vs olmak, izcilik
yapmak, yavrukurt olmak… Fikri Bey’den mandolin dersi almak, yeteneksiz diye
kovulmak… O mandolinin hala başucunda durması, ben müzik konusunda
yeteneksizimin beynine işlemesi demektir…
Bir sırada üç kişi oturmak…
Ali, Oya ve Kaya’nın tek cümlelik maceraları, eve koşan ali, topu tutan ali ve bilumum
diğer Alilerin serüvenleri…
26-45 doğu meridyenleri,
36-42 kuzey paralelleri…
Defter arasında, kitap
arasında, önlük cebinde kalmış simit susamları…
Kara tahta, tebeşir bitince
yan sınıftan gidip tebeşir istemek, yıldızlı pekiyi,
Kalın kartondan imal edilmiş
karneler (şimdikiler "print out" sanırım), okuma bayramı
Türküm doğruyum derken
çekinmemek…
Korkma sönmez derken çok
emin olmak… Bunların faşist misin sen oğlum denilecek şeyler olduğunu bilmemek
demektir…
Veli toplantısı, tırnak
kontrolü, bit kontrolü, henüz blok ders kâbusunu bilmeden sık aralıklarla
teneffüse çıkabilme özgürlüğü, kardeşlerin el ele okula gelmesi…
Öğretmenden yenilen ilk
tokat demektir. Yine de ona hiç kızmamak demektir... Ona hayran olmak, onu örnek almak... Ölmeden elini öpmüş olmaktan mutlu olmak demektir...
Onun gibi ilerici, aydın,bir Cumhuriyet Kadını olmak demektir...
'Atatürk 1881 yılında Selanik’te doğmuştur. Annesi Zübeyde Hanım, babası Ali Rıza Bey’dir. İlköğrenimine mahalle Mektebi’nde başlamıştır. Daha sonra...'
'Atatürk 1881 yılında Selanik’te doğmuştur. Annesi Zübeyde Hanım, babası Ali Rıza Bey’dir. İlköğrenimine mahalle Mektebi’nde başlamıştır. Daha sonra...'
Şeklinde anlatılan Atatürk’ün
hayatını ezbere bilmek demektir…
İşin en acı kısmı Ata’nın
dayısının çiftliğinde karga kovalayışını hepimiz ezbere bilirken memleketin
kurtuluşu ve kuruluşunun detaylarını hiç de olması gerektiği kadar derinliğine
belleyemediğimizi bugün görmek demektir…
Müsamereler… Sahnede Kafkas oynarken
başımdaki duvağa basarak alkış almama sebep olan eşim… Kafkas’ta boyum
tutmadığı için âşık olduğum çocukla oynayamamam… Hala kimseyi boyumun tutmuyor
olması… Folklor kıyafetlerimi hala saklamak demektir…
Daha ilkokul birinci sınıfta
bile, siyah, sözde tek tip önlüklerin kapatamadığı farklılıkları
gözlemleyebilmek. Hep en güzel kalemlere sahip olan o kızın, çantasında yazacak
bir kalemi bile olmayan o çocuğa kalem ödünç vermemesine şahit olmak…
Öğretmenler gününde öğretmene
hediye vermeden teşekkür ediyor olabilmek, hep sümüklerini önlüğünün koluna
silen çocuktan tiksinmemek; bütün kör göze parmak adaletsizlikleri takmayacak
kadar masum olmak, her şeye rağmen çocuk kalabilmek, teneffüs zili çaldığında
bahçeye koşturabilmek demektir…
Kardeşle aynı okulda
okunuluyorsa, onu koruma çabası içinde olmak, teneffüslerde kendi
arkadaşlarınla oynamayı bırakıp, onu yakın takibe almak…
İlkokul boyunca her ders
defalarca "konuşma, Emine” denmesi ve yine de konuşmak…
Matematik dersi kâbusu,
defalarca düzelttiğin sınıf kütüphanesi… Sürekli kütüphane kolu olmak demektir…
Sınıfın en çalışkan, akıllı
hem de en kibar çocuğunun sınıf başkanı olması ( Hala öyle adam)
Sınıfın en çalışkan kızının
hem sarışın, hem mavi gözlü, hem de en güzel kızı olması eşitsizliği savaşmak…
Onun kaçınılmaz olarak doktor olması… En yaramaz kızın hala en sevdiğin
arkadaşlarından biri olması, ilk aşkınla hala görüşüyor olmak, sıra arkadaşının
çok akıllı bir kadın olduğunu görmek… Aranızdan doktorlar, mühendisler,
müzisyenler çıkması… Onların başarılarıyla övünmek onları görünce hala mutlu
olmak demektir…
Otorite, çalışkanlık ve
hırsı ilkokulda öğreten hem korktuğun, hem sevdiğin ve saygı duyduğun o
görkemli kadının son talebeleri olmak ayrıcalığı…
Hep en ön sırada oturmak,
beden eğitiminde sıra sonu olmak…
Erkek-kız ayrımı
yapılmaksızın kurulan saf sağlam dostluklar demektir…
Milliyet Çocuk ‘un, Doğan Kardeş
‘in, Kumbara dergilerini okumak… Tipitip’in 25 kuruş olduğunu hatırlamak
demektir…
70’lerde ilkokul okuyan bir
çocuk olmak…
Dengeli bir fakirlik,
inançlı insanlar, çocuk aklıyla anlaşılmaya çalışılan idealler, samimi
sosyalleşmeler, birçok oyun arkadaşı, ev gezmeleri, radyo haberleri, tek tip TV,
yerel gazozlar, limonata, TV regülatörü, elektrik kesintileri, büyülü
kokulu-tahta tabanlı bakkallar, bulunması zor gazoz kapakları, şıveps, arabesk,
pazar günleri boyu eğlence programları, eski minibüsler, soluk okul siyahları,
sümük, bit, eski kıyafetler, küçülen ayakkabılar, büyüklerden kalan giysiler
demektir… Küçükken Sovyet sporcuları desteklemek, “kutu kutu pasta, Demirel
hasta, bırakın ölsün, Ecevit başta” diye
tekerlemeler bilmek, yazlık sinemalar, birbirini seven insanlarla birlikte
okumuş olmak demektir…
TRT’de pazar günleri
yayınlanan Almanya’daki kasabalar arası yarışma programlarının hastası olmak
demektir… Gece yayınlanan Muhammed Ali Clay boks maçları için babayla uyanıp
okula uykusuz gitmek demektir…
Ramazanlarda babayla sahura
kalkmak övünerek oruç tutmak demektir… Öğretmenin “çocuklar oruç tutmaz” diye
uyarması demektir… Sınıfta bir tek arkadaşının annesinin başının örtülü olması
demektir…
Pilli radyodan Yurttan
Sesler korosu, Arkası Yarın, Çocuk tiyatrosu dinlemek, 33 devirli plaklardan şarkı
dinlemek demektir. Siyah beyaz televizyonda yayın kesildiğinde necefli
maşrapaya bakmak, son Mehmetçiğe bakıp, karıncaları görüp televizyonu 12’de
kapatmak demektir.
Benzinin karneyle tüpün de
kuyrukta alındığını zannetmek. Avuç kadar “itt schaub lorenz” teybi dünyanın en
önemli müzik sistemlerinden birisi sanmak, Süleyman Demirel’in "Ecevit
mazot bıraktı da biz mi içtik" cümlesini sarf ettiğini bilfiil duymuş olmak,
Enrico Macias’ın dünya çapında en önemli bir şarkıcı olduğunu zannetmek, Mercedes’in
"kaç yaptığını" görmek için camından maymun gibi bakmaktır…
Ama bugün görüyorum ki ilkokul
arkadaşlığı ortak korkuların ve hayatın ilk acımasızlıklarının paylaşıldığı arkadaşlıktır…
İlkokulda (ya da en azından benim ilkokulumda) herkes aynıydı gibi hatırlıyorum,
kimse aşırı zengin ya da fakir değildi, belki de bunun belli edilmediği
yıllardı… Öğretmenimizin otoriterliği ve boynumuzu kesen yakaların dünyasında, çocukken
neyi ne sanırdım başlığında örneklenen hayatın karşısındaki salak acemilikle de
desteklenen garip bir dayanışmadır ilkokul arkadaşlığı… Bugün görüyorum ki
ilkokul arkadaşlığı insanın kendini en rahat hissettiği arkadaşlıktır… Yıllar
sonra sanki çok şey paylamışsınız gibi onları sonsuza kadar kazanmak
istediğiniz, koskoca adamları, kadınları şimdiki halleriyle düşünmemekte inat
edip sadece yıllar öncesiyle hatırladığınız, ilk aşkınızın da hep içinde olduğu
buluşalım, görüşelim deyip, buluşmaların hep ertelendiği arkadaşlıklardır
ilkokul arkadaşlıkları...
Aynı noktada olmayı bırakın,
tamamıyla ayrı dünyaların insani olsanız bile, birbirinize olan hürmetiniz yüzünden
iyi vakit geçirmeye şartlarsınız kendinizi… Tüm kimliklerinizden sıyrıldığınız
bir arkadaşlık türüdür. Herkes ortak bir kimlik takınır, ne kadar beraberseniz
o kadar sure boyunca o kimlikten asla vazgeçmezsiniz.
Siz ilkokul arkadaşlarınızla
birlikte olduğunuzda hala MÜDAFAA-İ HUKUK İLKOKULU’nda BEHİCE YAPRAK’ın
öğrencilerisinizdir…
Giderek eksilirsiniz… Ama
hepsini ayrı ayrı seversiniz…