9 Şubat 2016 Salı

LEBLEBİ TOZU


“Islıklayıp istemeden öldürdüğüm kuşlar da vardır,
Tekmelememe rağmen ölmeyen insanlar da..."

Bazı sözleri yutmak mümkün değildir... 
Buyrun; burdan yutun..

Sokak kedisi kendini saldırgan köpeklere ve sokakta ki tehlikelere karşı koruyabilir... Bu direnci kıran tek şey ise: sevgidir... Eğer bir sokak kedisinin başını okşar ve ona şefkat gösterirseniz kedicik kendisinin koruma altında olduğunu zanneder ve sivri tırnaklarını içeri çeker... Bir gün vahşi köpeklerin azgın dişlerini gırtlağında bulması işten bile değildir... Ondandır eve alıp baktığımız kediciklerin artık sokakta yaşayamaz hale gelmesi...
Küçücük bir dokunuşta gardı düşen ve ölümcül yaralara açık hale gelen kediciklerin kaderinde kendi insani ilişkilerimizin hülasasını buluyorum sanırım...
Biz de sevginin, dostluğun şefkatine sığınıp, inanıp, güvenince en mahrem zaaflarımızı ele vermiyor muyuz? Yıllar yılı ardına saklandığımız barikatları gönüllü terk edip, tırnaklarımızı içeri çekmiyor muyuz? Sevginin, dostluğun bizi kollayacağına, sarıp sarmalayacağına dair inancımız yüzünden koruma duvarlarımızı kaldırıp, yaralarımızı açık hale getirmiyor muyuz?
Sonra... Güvenimiz en büyük zaafımıza dönüşüyor... Şefkatimiz katilimiz oluyor...
Ders almak mı? Ne münasebet! Daha son ihanetin yarası kabuk bağlamadan, yeni yaralar için aralıyoruz kalbimizin kapılarını...
Kedi yavrusundan farkımız yok sevginin karşısında...
Boynumuzda, kalbimizde pençe pençe darbe izleriyle, her sıcak dokunuşta çocukça uysallaşıp, her hayal kırıklığında "köpek gibi" pişman olarak… Her terk edişte acı çekip her dönüşte biraz daha kanayarak, kanayan yerlerimizi kediler gibi dilimizle yalayarak, "bir daha asla"larla "daima"lar arasında yalpalayarak yara bere içinde yaşıyoruz.
Belki de en iyisi kuyruğu her daim dik tutmaktır... Şefkate kanmış mefta bir ev kedisi olmaktansa, gardını almış hayatta bir sokak kedisi kalmak daha iyidir...

Neden alelade bir düzen içerisinde yaşayıp ne olduğumuzun farkında olmadan ölemiyoruz?
 Öylesi daha huzurlu değil miydi?
Peki, bunlara sebep olan ne ki?
Zaaflar…

"Kâmil insan, güçlü olan insandır! Zayıf olmadığı gibi zaafları da yoktur onun." demişti Nietzsche...

Bu zaaf ne ola ki, ne denli bir zayıflık olmalı ki, bunu bildirmeden, karşıdaki anlayabiliyor ve kuvvetli dişlerini zaaf denen incelmiş yere geçirebiliyor. Zayıflık olarak tanımlanan “zaafın” gücü anlamından mı geliyor, boyutundan mı, ağırlığından mı, yoksa egolarımızdan mı? Belki her birinden geliyor ve güçlü zaaflara sahip olmak hepsinin de zayıf olmasından besleniyor.

Zaaf benim için mahcubiyet olandır…

Ben zaafları zayıf karakterli olmak olarak algılarım…
Ve zayıf karakterli insan bir insan hakkındaki olumlu ya da olumsuz düşüncelerini o insanın yüzüne karşı değil de arkasından farklı ortamlarda üstü kapalı olarak dile getiren insandır. Hayatları boyunca zayıf karakterli olmalarını örtebilmek için rol yapan, başaramadıklarında, zayıflıkları ortaya çıktığında hemen çevresinde suçlayacak birini bulan, hayattaki hiçbir şeyden sorumlu hissetmeyen, hissettirilemeyen zayıf karakterlerinin yanında kişiliksiz olan insanlardır. Zayıf olduklarını fark ettirmemek için sürekli rol yaparlar, fakat bu rolü yaptıkları için başka insanlara kin duyarlar. Kendi dünyalarında sorun onları zayıf karakterli olması değil, çevresindeki insanların güçlü karakterli olmasıdır. Ve en büyük kinleri ve öfkeleri güçlü karakterli insanlaradır. Uğraşmamak gerekir bu tip insanlarla, kendi dünyalarına bırakıp orada kuyruğunu yakalamaya çalışan köpekler gibi dönüp durmasını izlemek gerekir.
Ve doğrudur bu zaaf yumağı, zayıf karakterli insan psikolojinin konusudur… Benim zerre kadar tedavi etme görevim yoktur.

Yani insanın gönüllü ev kedisi olduğu bir yerde zaaflarınızla çok üstüne giderseniz “sizin karaktersizliğinize olan öfkesi” sizin için çok tehlikeli olabilir…

Aslan’da bir kedi neticesinde…

Buyrun size eğlencelik leblebi tozu... yutarken konuşun birde...