19 Kasım 2015 Perşembe

PEKİ, PEKİ ANLADIK…



Ciğerini yidiğim insan tiplemesi… Kendini her durumda haklı hisseden insan… Yemede yanında yat insan… Ömrümün bir kısmını yemiş bitirmiş insanlar…

Bana sorarsanız insanın kendini her durumda haklı hisseden insanın çok ciddi sorunları vardır… Empati eksikliğinden başlayıp, orantısız ego rahatsızlığına kadar o kadar çok sorunu vardır ki. Eline geçerseniz sizi sizden alır. Kurtulmakta zordur bu insanlardan çünkü siz ona “sen haklısın” diyene kadar bırakmaz işin peşini…
Genelde mutsuz olmak için farz olan davranış biçimleri üzerinde uzmanlaşmış, ekol olmuş insan modelidir bunlar. Sizi asla dinlemezler, fikrinize önem vermezler çünkü onların söyledikleri her zaman en doğrudur. Dinlemek eyleminin ne olduğunu bile bilmez bu insanlar. Bu yüzden umutsuz vakalardır. Kendileri genelde aynı şeyi defalarca anlatırlar 3 saatlik konuşma içine 10 dakika girebilirseniz şanslısınızdır ve zaten siz söyleyeceğinizi söyledikten sonra birkaç çeşit tepki alırsınız…
-         
   Ama sen beni hiç dinlememişsin!
-         Sen anlamamışsın!
-         Ne alakası var!

Bunların dışında siz sözünüzü söyledikten sonra kaldığı yerden siz hiçbir şey dememişsiniz gibi devam edebilirler… Ya da söylediniz ilk şey ve direnmede ortamı, konuşmayı bir öfke gösterisiyle terk ederler.

Sürekli birilerinin yalan söylediğini iddia ederler… Ne zaman suçlarıyla yüzleşmek zorunda kalsalar birisi yalancıdır… Sizin de içinde olduğunuz bir olayı öyle bir anlatabilirler ki size “Allah’ta benim belamı versin ben zaten kör-sağırım dersiniz”

Ben böyle bir durumda asla haklı çıkamayacağımı arada kontrolü tekrar ele almak için bana da azcık haklılık payesi verildiğini bilirim… Tecrübelerim beni eğitti bu konuda… Uzun zamandır yaşamıma böyle insanlar almıyor var olanları çıkarıyorum… Çünkü dünyanın en yorucu şeyidir bu insanlardan biriyle yaşamak.

Toplumsal anlamıyla da bu insanlarla dolu bir dünya da yaşıyoruz aslında. Bir bakın etrafınıza, özellikle idarecilerinize… Vicdan muhasebesini yerle yeksan etmiş insanlardır genelde bunlar. Hortumcular, tefeciler, adamın iliğini kemiğini sömüren düzenbazlar bu duygunun insanlarıdır. Ve bunların en korkunç yani da yaptığı haksızlıkların hepsine, kendince uygun senaryolar düzüp hiçbir rahatsızlık duymamalarıdır. Hani fikir ayrıcalığı bi kenarda dursun da etrafındakilere oynadığı ali cengiz oyunlarında yaptıklarının hep yanına kar kalması illet eder insani, beddua falan da sökmez böylelerine niyeyse hep dört ayaküstüne düşerler.

"ben böyle davrandıysam, mutlaka karşımdaki insanın bana yaptığı yamuk yüzünden ve o böylesini hak ettiğinden böyle davranmışımdır. Bu yüzden de haksız olan ben değil, karşımdakidir" düsturunu benimsemiş olan insan da bu gruptandır.

Benim için işkencedir bu insanlardan hayatımda bulunması. Çünkü bu insan türü adamı deli eder. Hayatınıza girdi mi her şeye karışmadan duramaz. Fikirlerini asla ve asla değiştiremezsiniz çünkü başkalarının fikirlerine zerrece önem vermez, sizinkiler dâhil. Her şeyin merkezi olmak, hep en yüksekte olmak isterler ve dünyadaki en tehlikeli insan tiplerinden biridir. Kontrolü ele almak uğruna yapamayacağı şey yoktur, her yolu dener, herkesi kırabilir, hiç ummadığınız bi anda ortada kalıverirsiniz onun yüzünden. Büyük kayıplar verdirir, üzer, kızdırır, yıldırır, sonuç olarak hep kendini haklı gördüğü için sizi dinlemez ve her şey kördüğüm olur. Aman diyim, uzak durun, etkileri kolay kolay unutulmaz çünkü bunların hayatta silinip kolayca atılmaz…

Her zaman haklı adam için bir süre sonra “haklı çıkmak” sevgiden, evlattan önemli olur… Netice de bu durum insan ruhunda çığ gibi büyüyen bir rahatsızlıktır aslında. Çünkü o samimiyetle kendini haklı bulmaktadır. Kendi içinde sürekli haklı olma ihtiyacı taşıyan bir kimse, karşısındakileri hatalı ve her an yanılgıya düşecek insanlar olarak algılamaya başlamıştır zaten…

Kendi içinde kendisini sevmeyen ve kendisine karşı kızgınlığı olan insanın, başkalarını suçlama eğilimi çok yüksektir. Kötüye giden bir şey olduğu an, kendilerini zaten sevmediklerinden, bu olumsuz gidişten o kadar rahatsız olurlar ki, tüm suçu diğerlerinin üzerine atarak kendilerini rahatlatmaya çalışırlar. Aksi takdirde, yaşadıkları olumsuzluktaki kendi paylarını görmek demek, kendi içlerindeki problemle yüzleşmek anlamına gelir. Bunu hiç sevmezler. Diğerlerinden kusursuzluk beklerken, kendi kusurlarına bakmak hiç hoşlarına gitmez. Kendilerinin güvenme konusundaki eksiğini görmektense, başkalarını güvenilmez görmek daima onlara daha kolay gelir. İlişkisinde verdiği tepkilerde kendisini haklı görür.
Farkına varamadığı gerçek, aslında karşısındakinde olmayan ama onun dışsallaştırarak karşısındakine yansıttığı şeye tepki veriyor oluşudur. Kendiyle sorunu olan insanın, ilişkisinde karşısındakinden sürekli ve değişmez biçimde tek bir talebi vardır. Bu talep aklanma ihtiyacıdır.

Elbet bir gün köşesinde tek başına haklı haklı oturur… Ve kendini umarım aklar…

İçten içe herkes kendince haklıdır ama bu insanların durumu bu makul haklılık durumundan farklıdır.

İnsan haklılığını savunurken şu cümleyi hiç unutmamalıdır.


"BENİM DOĞRUM YANLIŞ OLMA OLASILIĞI OLAN BİR DOĞRUDUR; SENİN YANLIŞINSA DOĞRU OLMA OLASILIĞI OLAN YANLIŞTIR"

Yazarken bir baktım ki ÇOK HAKLIYIM yine ....


12 Kasım 2015 Perşembe

NAZAR ETME NE OLUR ÇALIŞ SENİNDE OLUR...



TDK diyor ki:

1. Bakış, bakma, göz atma:
"ilk nazarda mağrur, azametli tesirini veriyor."
2. (eskimiş) bir konu hakkında düşünme, görüş:
"nazarında herkes zındıktı, hırsızdı, yalancıydı."- Ömer Seyfettin.
"nazarımda daima küçük ve kusurlu kalacaktır."- Reşat Nuri Güntekin.
3. Belli kimselerde bulunduğuna inanılan; insanlara, özellikle çocuklara, evcil hayvanlara, eve, mala mülke, hatta cansız nesnelere de zarar veren, bakıştaki çarpıcı ve öldürücü güç.

İnandıkça hiç olmayacak şeylerle insanın üstüne gelen, bu yüzden inanılmaması gereken veya inanılsa da dozajının ayarlanması gereken batıl inançtır… Bir şeyleri sürekli kafaya taktıkça insanı paranoyaklaştıracak dereceye getirebilen bir nevi psikolojik baskı şeklidir. Rahat olmak ve mümkünse inancı en aza indirmek daha az zarar verici olacaktır hem manen hem fiziken...

Nazar değmesin diye sizi mutlu eden şeyleri içinizden geçirmeye korkarsınız, mutlu fotoğrafları kimseye göstermezsiniz… Yetinmenin iyi bir şey sayıldığı ve az ile çok aralığının geniş olduğu kültürlerde, nazar da büyük bir kültürel anlam taşıyor.

Derler ki; Nazar’ın değmediği tek şey akılmış, çünkü herkes sadece kendi aklını beğenirmiş.

Nazar kavramının batıdaki ifadesi, psikokinezidir. Nazar olayında iyi niyet ve yoğuşmaya (yoğuşma? Yoğunlaşma olmasın o?) göre alıcı ile verici uçlardan geçen bir "ark" oluşmaktadır. Gıpta, övünme, imrenme gibi dostça duygular, hatta ebeveynlerin; çocuklarına sevgisi, nazarın küçük dozda uğratma sebebidir. Nazara uğrayan kişi, çok sık esner ve sıkılır. Asıl uğursuz nazar, "haset" duygusundan gelişir. Bu duyguda, düşmanlık, kin ve intikam mevcuttur. Nazarın dozajında bu haset duygusunun şiddeti çok önemlidir. Haset duygusu ne kadar şiddetli olursa, nazarın gücü de o kadar şiddetli olur
(nazarın bilimsel yönü, yankı dergisi, 5-30 Haziran 1983, sayı 635, s. 52).

Vay anasını. Görüyoruz ki nazarın bilimsel yönü de varmış, şahsen cahilliğimden utandım, sonra kendi kendimi ayıpladım.

Nazar; psikanalize göre haset eden insanın kaygısıdır. Bireyin kendi elde etme arzusunun cezalandırılacağı endişesidir. Bunun önüne geçmek için nazar değmesin ya da maşallah deniverir. Aynı şekilde ötekilerin de benzeri bir hasete sahip oldukları düşünüldüğünden (bilinçdışında elbet) kendine değecek nazardan da endişe duyulur. Hatta bu durumda kişinin kendisine başkaları tarafından değdirilecek nazardan değil, kendi kendine değdireceği nazardan korktuğu yani sahip olduklarını kaybetme, taşıyamama, haketme-haketmeme, elinden kaçırma kaygılarının ağır bastığı söylenebilir.

“Ay aman nazar değer cümlesi” beni topyekûn sinirlendiren bir cümledir. Öncelikle sahip olduğum hiçbir şeyin bulunamaz, çok özel olduğunu filan düşünmem ben… Sıradan hayatım içinde, sıradan şeylerdir hepsi… Herkese kendi sahip olduğu zaten güzeldir, özeldir… 

Sahip olduklarımızın değerini abartmamakta fayda vardır diye düşünürüm hep…

Ayrıca ben sürekli kendisine nazar değdiğinden bahseden insanlarda bir problem olduğunu düşünürüm. Sistit olup nazar değdi diyenleri var. Bu hep nazar değen ablaların süper ince çorapları hemencecik kaçar, yeni aldığı rimelini sürer iki dakika sonra gözleri yaşarır, delik çenesinden yeni aldığı "zara, mango" kıyafetinin üstüne yemek dökülür, iyice göstereyim diye burnuna soktuğu bilekliğiyle oynarken mutlaka bir parçasına bir şey olur… Hep nazardan hep nazardan... Çok yoruluyorum çoook nazardan herhalde.

Bu nazar işinde istem şöyle çalışıyor; siz iyi, güzel, hoş bir şey yapıyorsunuz… Sonra birileri size “ay aman valla nazar değecek” demeye başlıyor… Sizin önce “ neden” diyesiniz geliyor… Sonra karşıdan ikinci cümle geliyor “benim nazarım değmez ama insanlar nazar ederler” Kim bu “Nazarı değen diğer insanlar”… Çünkü kimse “benim nazarım değer” demiyor… Herkes “aman nazar değer” diyor… Ben o bakarken “Nazar” eden insanlara bişi dicem… Siz değilsiniz, öbürü değilse kim bu nazar edenler… Ve neden “Nazar” ederler… Açık söyleyeyim hiç umrumda değil… Neye inanırsan onu yaratırsın hayatında…

Ezcümle; Nazar toplumca muzdarip olduğumuz, suçu başka yerde arama hastalığımızla beslenip boyuna semizlenen günah keçilerinden biridir. Diğer keçilerden bazıları ise; şeytan, içki, trafik canavarı, enflasyon canavarı ve son günlerde oldukça popüler olan dış mihraklar ve paralel yapıdır.

“elemtere fiş kem gözlere şiş” deyip bir de nazar boncuğu paylaşıcam şimdi böylece Nazar’a karşı bir tek burada döktüremediğim kurşun döktürme işi kalacak…

Ayrıca unutmayalım dostlar; eğer var olsaydı Adriana Lima’nın kırılmadık kemiğinin kalmaması gerekirdi…
Sevgiler.




11 Kasım 2015 Çarşamba

BUGÜN BANA VAYİ KİKİ VAY VAY…



KABUL GÜNÜM…

Bazı günler ruhen içimde sebepsiz bir huzur olur bugünde öyle bir durumum vardı… Sebepsiz… Çok koşuşturmacalı günler yaşıyorum bu ara. Çok da memnunum bu duruma ama çoğu akşam yorgunluktan uyuyakalıyorum gece yaparım dediğim işler güne sarkıyor…

Bu kısmı girizgâh konunun bununla alakası yok…

Birkaç gündür hatta bir süredir söylenip duruyorum… Üstüme bir şey olmuyor diye… Olmuyor azizim… Sanırsın bu memlekette bende daha kilolu kimse yok… Bu konuda çok takıntılı değilim açıkçası. Ama kıyafet almaya girdiğimde işkenceye giriyorum adeta... 

Ben çok riskli bir yaşta kilo aldım… Tam ergenlikte ve buna dair tüm sorunları orada yaşadım. Utandım, sıkıldım… Örtünerek giyindim, oramı buramı kapattım… Özellikle ergenlikte hayatı kâbus haline getiren bir eğilimdir bu kilonun size söylenip durması. Anne babayla gidilen ev gezmelerinde yetişkin güruhun, kendilerinin üçer kat göbek geliştirmiş olmalarına bakmadan sizi ortalarına alıp konuşacak başka hiçbir şey yokmuş gibi "ay çok güzel bir bebekti, çok kilo almış inşallah verir” diye yorum yapmaları sizi sizden alır… Sanki kilo almamışsınızdır, eliniz ayağınız kopmuştur o derece ciddi bir felaketin eşiğindesinizdir.

Kilo hakkında yorum yapma takıntısı sanki kilo alan insan kilo aldığını bilmiyor olabilirmiş gibi veya bunu duymaktan mutlu olacakmış gibi, illa ki söyleme dürtüsüdür. Bir de kimi insanlar bunu bir taktik olarak kullanırlar. Yeme de yanında yat bir durumdur.

Gelişme dönemimde en yakınımdan en uzağıma kadar bu takıntıya sahip olup yanımda kendini tutamayanına karşı aazınıyüzünü parçalama ebesine küsküyü yapıştırma dürtüsüne sahip olduğumdan kelli yanımda belli etmemelerini içtenlikle arzuladığım takıntıdır kiloya yorum takıntısı.

Sanki her şeyimiz tam memleket olarak tek kusurumuz kilomuz, diyetimiz… Bunun sebebi sanırım, sürekli eleştirilen ve özgüveni varmış görünüp de aslında yerlerde sürünen Türk kadınının kompleksten delirecek noktaya geldiğinde dile vurdurarak deşarj olmasından kaynaklanıyor.

Bana göre Türk ve kilolu yanyana geldiğinde en komik şey 'aa ama zayıflasa yüzü güzel' muhabbetidir. Zayıflasa yüzü güzel’e alternatif olarak 'aslında özünde iyidir ya' ironisi de tavsiye edilir.

Büyüyüp kadın olduğumda bu konuda daha rahat hissettim kendimi… Hep dikkatli giyinmek zorunda kaldığım doğrudur ama dünyada bu kadar sıkıntı varken yaşamın merkezine bunu koyacak kadar küstah olmadım hiç yaşama karşı…

Şimdi bunları neden yazıyorum…

Sevgili Barış Manço neredeyse oradan duysun beni…

Dostlar bu aralar kendimi “hıyar” gibi hissediyorum…

Dün imdat kolunu çektim… Yani Annem yine hayat kurtardı… “İnsan içine çıkılacak normal” ciciler aldık onun küçük kızına…

Yav arkadaş ben yakası paçası kesik, bol, dökümlü siyah bol şeyler giymeyi seviyorum… 44 kilo kaldığım zamanlarımı da bilir yakın dostlarım… Asla dar, kısa bir şeyler giymişliğim yoktur… Bugünden farklı olarak göbeğimi açardım dövmem görünsün diye… O da bu yaşta açılır mı artık bilmiyorum… Muhtemelen çok zayıf olsam da, çok uygun bir giysi olmadıkça yapmazdım…

Bunları neden yazıp duruyorum hala…

Arkadaş bu kadın babaanne oldu 49 yaşını bitiriyor biraz yavaş gelin ya…

Bir süre önce şıklık konusunda aşık atamayacağım ama asla benim tarzımda giyinmeyen bir arkadaşım bana senin şu kıyafetlerine bir el atalım dedi…  Hımm dedim; “Üniforma” yaşım geldi herhalde… Klasik kadın kıyafetleri yaşı… Yani onun şıklığına sözüm yok ama ben “başka biriyim” Ve sanırım 70 yaşlarımı görürsem de farklı giyinmeyeceğim… Ben bu duruma alışığım annemde yıllardır “kızım doğru dürüst” giyin der durur…

Bundan birkaç gün sonra Facebooktan bir arkadaştan (kadın) bir mesaj aldım… “Kızım ya torun torba sahibi oldun ne hala profil fotoğrafı değiştirip duruyorsun” yazmış... Öncelikle torunla birlikte torba vermiyorlar… İkincisi de cevabım şu “bilmiyorum” yani aman birileri ne güzel olduğumu görsün diye içsel bir kaygım var ise de bir psikolog yardımcı olsun rica edicem… Ama torunumla olan fotoğraflarda çok güzel çıkıyorum be… Mutluluk yakışıyor insana…

Ama bunla da kalmadı durum… Dün bir arkadaşıma Halk bankasına yatacak bir para ile ilgili bir espri yapayım dedim… Valla para gelmezse “Halk için soyurum” dedim… Arkadaşın incelikli zekâsına zaten hayranım… “Boş ver üç kuruş için Halk’ı tehdit etmeyelim” dedi…  Yani güldüm de ama azcık da bozuldum… Yavaş gelin lan… Bünye zaten huysuz dedik anlamıyorsunuz…

Ben size bir sır vereyim ben her kış başı zayıflar, yaz başı kilo alırım… Ama kilom değişmez… Her gören kış başında “ay zayıfladın mı?” der… Ben de yok canım derim,  o bana “yok, yok valla vermişsin hadi bakalım biraz daha ver der”  ben de gülümserim… Arkadaşım benim yazın gördüğün kollarımı kışın görmediğin için zayıfladım sanıyorsun… İllüzyon gibi bişi, kadın aynı kiloda ama farklı görünüyor… Mesela üç gün önce çekilmiş fotoğrafıma bakıp ay o zaman daha zayıfmışsın diyen ne çok insan oluyor… Evet, o zaman yani “3 uzun gün önce” zayıftım sonra birden kilo aldım…

Mesela uzun yıllardır her gördüğünde kilomu aldın sen, kilomu verdin sen diyen bir akrabam var… Seni şaşırtmak için yapıyorum tatlım diyesim var…

İçinde bulunduğum STK’da göz önünde bir görev üstleniyorum. Bir ara şu an bizimle olmayan herhalde çok güzel, güzelliğinden ruhunu geliştirmeye fırsat bulamamış bir abla bana, hem de yüzüme “yani kızım, sonuçta sekreter kulübü temsil ediyor eli ayağı düzgün olacak” demişti.  Ben de onu düzelttim… Ben hala şişman, ben hala sekreter… Lafı ettiğin yere dikkat edicen neticesinde…

Sonuçta bir STK için en son gerekli şey fiziki yeterlilik. İçimizde Down Sendromlu, Otistik üyelerimiz varken… Her yaştan gönültaşlarımız, büyüklerimiz varken… Tabii her işte niyet çok önemli… O nedenle bir STK asla “stil” ya da “güzellik” yarışması alanı değildir… Orada farklı amaçlarla bulunan abi ve ablalar zaten su akar yolunu bulur misali yok olup giderler….

Bugün bir canım dostumla konuşurken bana “şu elini ayağını düzeltsen bayağı talibin olacak” dedi mesela… Şimdi okuyunca üzülecek biliyorum ama kötü niyetle söylemese de, söylediğinin farkında değildi sanırım… Öncelikle talip aramıyorum… Sonra “delikli boncuk yerde kalmaz, deli kız evde kalmaz…”

Üstüne de akşam saati kardeşim aradı telefonu açtım yorgunluktan dağılmış bir sesle,  o da bana “abla tanımadım valla sesin genç biri gibi geldi” dedi…

İşte o anda dedim ki…

BUGÜN BANA VAYİ KİKİ VAY VAY…

Arkadaş sanırsın ben 18 yaşında Türkiye Güzellik yarışmasını kazandım… Sonra yaşlandım, kilo aldım… Yahu ben zaten bu yolculuğa 3.200 gram ama etli butlu başlamışım… İnce bir çocuktum ama asla zayıf değildim… Genç kızlığımdan beri de bir-iki kez ciddi şekilde zayıflamış olmama rağmen standardımı korur balıketi-tombul arası bir yerde yaşarım… Bu aralıkta âşık oldum, sevdiler filan bazı insanlar beni çok da hoş insanlardı… Nasıl bir körlük yaşadılarsa artık o yakışıklı adamlar…

Harika kadınlar tanıyorum ben asla bir yarışmaya girmez güzellikleri ama muhteşem insanlar onlar… Bazılarının işe yaramaz güzellikleri onların yanında saçma sapan kalıyor…

Fiziki sınırların bir gün bir ufacık kaza ile değiştiği bir yaşam bu…
Açın televizyonları bir seyredin o “stil yarışmalarındaki” güzel kadınların ucuzluğunu, acizliğini, basitliğini…

Harika bir torunum var, çok da güzel… Güzel bir genç kız olur elbette ama sağlıklı ve aklıselim bir insan olmasını tercih ederim…

Acaba değerlerimizde bir yanlışlık mı var? Ucuz şeylere mi prim veriyoruz… İçimiz boşaltıldı, saçma insanlar mı olduk… Çünkü bu yazdıklarım birçoğumuzun sıkıntısı, bize diretilen güzellik kalıpları… 

Bir sürü mutsuz adam ve kadın yaratıyor… Nelere özeniyoruz… Neleri yaşam kılavuzu olarak alıyoruz.

İnsanın kendinden bahsederek bir şeyleri anlatması en kolayı çünkü bu fiziksel noktaya verilen aşırı önem, benim için kişiliğe ve akla verilmemiş değerin nelere verilmiş olduğunun göstergesidir. Eleştirmek isteyen ilkel beyinlerin birincil kriteri bu durumda yüzeysel olan olacaktır… Yüzeysel olan ise fizikselliktir.

Yani sözün özü sağlıklı olduğum için, sevdiklerimle olduğum için ve kendimi ifade edebildiğim için iyiyim ben… Kendimi de zaman zaman hepiniz gibi harika bazen de hıyar gibi hissediyorum ama tüm bunların fiziksel durumumdan çok ruhsal durumumla alakası var…

Ayrıca kilo, güzellikle kafayı bozmuş arkadaşlarım… Az daha bunlarla uğraşadurun nasılsa yakında kara çarşaf içinde hepimiz aynı olucaz siz bu boş işlerle uğraşırken birileri kasıverecek “Yeni Türkiye’yi” hepimize…

Yazıyı “ben küçükken Victoria Secret meleğiydim sonra kelek oldum konulu fotoğrafla paylaşıyorum”
Sağlıklı güler yüzlü günlerimiz olsun…

6 Kasım 2015 Cuma

ALDATAN ERKEK

Uzun zamandır torun derdine çok da yazamıyorum sanırım…
Memleketin ahvali ile ilgili durum belirlemesi türevi, “reşit kendin söyle kendin işit” içerikli yazılar yazıyorum ama bugün bambaşka bir şey yazasım var…

ALDATAN ERKEK yazısı yazasım var benim…

Nasılsa ortada buna alınacak bir koca bundan alıntı yapacak bir sevgili yok… Dolayısıyla “ay aldatılmış mı yoksa” denilecek bir durumda yok an itibarıyla… Geçmişe gidersek tabii ki de aldatıldım… Birçok kadın gibi…
Aman  aldatan erkek kadar aldatan kadında var” geyiğine girmeden belirteyim bence “aldatan erkek kadar aldatılmayı kabul eden kadın” var…

Erkek sevgiliyken aldatırsa, bırakıldığı oluyor ama bu gerçekten de kadının ondan aldığı şeylerin kadına gerekliliği oranında gerçekleşiyor, evliyken bunu yaparsa çoğu durumda görmezden geliniyor, kabul ediliyor ya da adamın burnundan getiriliyor…

Erkek neden aldatır… Yani şimdi bir dolu ciddi inceleme ve bir dolu magazin savsatası yazılabilir bu konuda… Fiziksel özelliklerden dem vurulabilir, kadının yetersizliklerinden, erkeğin mutsuzluğundan…

Arkadaş bazısı da bunu sadece keyif aldığı için yapıyor. Başka kimseyi çok umursamadığı kendini çok sevdiği için yapıyor… Aslında yetersiz piçler oldukları için bunu yapan bir takım şerefsiz aile babaları da var tabii… Ağır mı oldu… Valla durumun ertesi buna maruz kalan kadınların ve varsa evlatların yaşadığı sıkıntı öyle ağır oluyor ki bence ağır olmasının bir mahsuru yok…

Bazı erkekler ataları gibi at binip silah kuşanmazlar. Zaman o zaman değil. Olayın avrat kısmıyla kafayı bozmuşlardır. Yaptıkları seferler, iki göğüs ya da bacak arasına doğru olup, birçokları fetihleri ile maalesef açıkça övünemezler.  Bir de övünenleri vardır ki Allah selamet versin, hatta mümkünse şeyleri düşsün kurusun…

Bunlar adeta “kullanılmayan cinsel organların körelmesi" başlıklı yazıyı okumuş olan erkeklerdir. Bunların erkek arkadaşı olmakta iyi bir şey değildir eşiniz, kızınız, kız kardeşiniz kadındır neticesinde…

Bunların birçoğu kendi kendini aldatan erkeklerdir. Kendi kendini kandırarak, kendi kendilerine mutlu olduklarını sanarak, kendi kendileriyle yalnız kalmaya mahkûm olacaklarını bilmeden hareket ederler. Enselenmediği sürece, birden fazla insanı eş zamanlı mutlu edebilen erkektir. (acı ama gerçek) mutlu edemediği sadece bir kişi vardır, o da bizatihi kendisidir! Bir erkek, dilediği kadar "mutluyum/mutluyuz" desin, şayet aldatıyorsa, kesinlikle yalan söylüyordur. Ne kadar aksini iddia etse de -doyumsuz değil- mutsuzdur o erkek.  Bu vesileyle "mutsuzsan ayrıl kardeşim, ne diye aldatıyorsun?" diyenlerin de gıdılarından öperim.

Aldatan tüm erkekler kapı dışarı edilseydi şayet, -değil kafalarını sokacak bir yer bulmak- emin olun köprü/viyadük altlarına bile sığmazlardı. 

Benim açımdan bakıldığında erkekliğini aldatarak kanıtlamak zorunda olduğunu hisseden, bedenlerarası koşuşturmacayla aslında hazza değil erkekliğini pekiştirmeye yönelen; her yeni bedenin tüketilişiyle aslında bir sonrakinin arayışına mahkûm olan; bu kısır döngüde uzanmaya çalıştığı hep elinden kayacağından; ilelebet bu koşuşturmacanın mutsuzluğuna mahkûm erkektir.

Bu abilerin en bomba özellikleri yakalandıkları anda başvurdukları inkâr yöntemidir. Bugüne kadar karşılaştığım ya da başıma gelen bütün vakalarda fix olarak karşıma çıkmıştır.

Bu kadar yazdım ama ben aldatan erkeğin bu toplumda çok da suçlu olmadığını düşünenlerdenim.
Neden mi? Evet, aldatmak kötüdür. Kötüdür de bu erkek türünü kim yarattı arkadaş? Sen bu erkeği yetiştirirken annesi olarak;
-Ay canım canım çok çapkın olacak ablası ileride çoookk…
Sen teyzesi olarak;
-canımm canımmm çok canlar yakacak, çok kızı üzecek çookk…
Sen halası olarak;
-bilmemkim senin pipini yesinn...

Dedin mi demedin mi? Ulan arkadaş siz bu erkeği böyle formatlamışsınız zaten. Sonra da gelip yarattığınız şeyden şikâyet ediyorsunuz. Biraz özeleştiri oğlun, kardeşin ele yaparken sorun yok da sen, kızın, annen aldatılınca mı sorun bu…

İçimden aldatan erkeğe şu cevabı verin demek geçiyor…

E-"hayatım erkekler bir tane kadını severler. Onunla sevişirler. Ötekiler otomatiktir sekstir. Manasızdır. Hayır; yani ben seni aldatmıyorum ama bu bir gerçek." K-"hı hı biliyorum aşkım bilmez miyim kadınlar içinde öyle. Bende seni aldattım demiyorum ama seninle yaşadığım ötekilerle yaşadığıma benzemez yani"…
Ölmezseniz inanın çok eğlenirsiniz…

"aldatılan kadın hak eder" ya da "gene bir kadınla aldatıyor sonuçta" gibi boş tespitlerle uğraşmak hiç içimden gelmiyor…
Birde "başkasıyla yatmadığın sürece aldatmış sayılmazsın" diye düşünenlerle uğraşmak içimden gelmiyor…

Ben aldatan erkekler yaş gruplarına göre sınıflandırılmalıdır diye düşünüyorum…
15-25 yaş grubu: karakteri oturmamış bir adet ergen olduğu için ''gençlik hatası'' deyip gülüp geçiniz. Aldatılansanız tabi ki gülüp geçemezsiniz ama hayat bazı dersleri acıtarak öğretiyor, en azından geriye dönüp baktığınızda kendinizi üzmeyin.
25-40 yaş grubu: artık ''empati'' yetisine nail olmuş olması beklenen hayvandır. Bir insanı gerçekten kırmanın, üzmenin daha kesin bir yolu olmadığını düşünmeyen, bildiği halde göz ardı eden, tamamen içgüdüsel davranan=hayvandır. Hiçbir şekilde mazereti, özrü yoktur; kadınlar asla ve kat'a kabul etmemeli, affetmemelidir.
40 yaş üzeri: acıyarak uzaklaşın. Ergen grubuna yaptığınız muameleyi yapın. Sakın kendinizi üzecek kadar kaale almak hatasına düşmeyin.

Neticesinde aldatan erkek, aldanan erkektir. Sevmiyorsan git konuş oğlum!

Kanımca en vıcık erkek türü karısını/ sevgilisini aldatırken birlikte olduğu kadına, eşinin/ sevgilisinin onu ne derece mutsuz ettiğini, yetersiz olduğunu anlatan erkek tiplemesidir.  Mekân değiştiğinde o çok mutsuz olduğu esas eş ya da sevgili ile tatillere gidilir ailece gezilir tozulur aslında anlattığı gibi bir mutsuzluk filan yoktur ortada… Yani bu bizatihi benim kişisel tecrübemdir… Benim kendi evimdeki mutsuzluğun boyutunu elden duymuşluğum var…  Ben ayrıldım, çok değil bir hafta içinde… Ama hala "aldattım anasını satayım" demedi eski koca... Bunu yapamayıp sürdürenler var görüyorum… Kolaylıklar diliyorum çok ağır bir duygu çünkü…

Gelelim son kısma; Şimdi birincisi yazan olarak baştan belirteyim kadında aldatır ama bu yazının konusu “aldatan erkek” … İkincisi “ben zaman zaman aldatılmış bir kadınım” o nedenle tarafsız olmayı istemediğim bir konu… Üçüncüsü “bünyemde derin yaralar bıraktı mı sorusunun yanıtı” elbette incindim ama yaşamın normal akışıdır bunlar diye düşünüyorum… Şu an bu konuyla çok eğlenebiliyorum mesela;

Erkekler neden aldatır sorusuna benim yanıtım şöyle;

1.mevcut birlikteliğinde mutsuz olması (ayrılsın madem)
2.çok uzun bir süredir aynı kişiyle birlikte olması (ayrılsın madem)
3.birlikte olduğu kişi tarafından aldatıldığını öğrenmesi (ayrılsın madem)
4.bağlılık problemlerinin olması (kimseyle sevgili olmasın madem)
5.ortamlarda hava atma ihtiyacı (ortamlarına …..  madem)
6.erkek olması (kestirsin madem)

Erkekler adına birtakım bahaneler üretmeye çalıştım, fakat her birinin çözümü mevcut. Sevgilinizi/eşinizi aldatabilecek düzeye geldiyseniz, demek ki ona artık saygı duymuyorsunuzdur. Saygı duymadığınız biriyle kör topal devam etmektense ayrılın millet, mutluluk sizin de hakkınız. Gerçekten mutlu olmanın yolu yalan bir dünyada yaşamamak…

Kıssadan hisse;
Vakti zamanında bilge bir adam ve ona her gün bir tane altın veren dostu bir yılan varmış. Yılan bilgeye yanına her geldiğinde bir altın verip deliğine geri dönermiş. Bilgenin oğlu durumu görünce kendi kendine "bu yılanın yuvası altın doludur" diyerek bir gün yılanı öldürmeye kalkmış. Yılanın kuyruğundan bir kısım kopartmış ama yılan da çocuğu ısırmış. Yılan kuyruksuz kalmış çocuk ise ölmüş. Tabii bilge durumu anlamış. Bir süre sonra yılana "yılan, biz seninle tekrar dost olabiliriz, unutalım bu olayı" demiş. Yılan da ona "ben de bu kuyruk yarası, sen de bu evlat acısı olduğu sürece biz artık dost olamayız" demiş.

Not: yazı tamamıyla bilimsel gerçeklikten uzak ve taraf tutularak yazılmıştır...
Bir arada eş ve sevgililerinizle çok büyük bir halt yemiş gibi birlikte olan kadınlar ya da sizi aldatan eş ya da sevgilinizi destekleyen aileleri, onlara hak veren kadın arkadaşları ile size aldatıldığınızı haber veren kız arkadaşlarınız hakkında yazayım diyorum...





21 Ekim 2015 Çarşamba

BIRAK SEN YAPMA, BAŞKASI YAPSIN...



Bırak sen yapma başkası yapsın... Sen neden bu kadar işi üstleniyorsun deyicilerim için bir yazı...

Son yazımın ardından (inatçılık üzerine olan) sevgili annem,  önce kendine bak uyarısı yapınca ben inatçı mıyım diye düşündüm…

EVET… BEN İNATÇIYIM…

Yani buna düşünmeden de cevap verirdim… Ben inatçıyım…
Ama sorun neden inatçıyım...

Bir şeyi yanlış bulduğumda damarlarımdaki Arnavut kanı daha hızlı akmaya başlıyor… Bu illaki başkasında olmak durumunda değil… Ben kendimle de inatlaşabiliyorum… Hatta zaten benim inadım çoğu kez kendime… Mesela biri bir şey dediğinde sırf inadımdan ona ters bir şey demeye inat etmem… Kör inatla başka fikri dinlemeden ben haklıyım demem ama “ben ne dersem doğrudur” diyen biri varsa o vakit benim de Arnavut damarım tutar…

Çocukluğumdan beri gereğinden fazla işin sorumluluğunu üstüne alıyorsun ve sürekli bu kadar çok sorumluluğu üstüne alma, bırak kardeşin yapsın, kocan yapsın, iş arkadaşın yapsın, birlikte aynı yola çıktığın insanlar yapsın deyip duruyorsunuz bana…

Hayır, demek yapmıyorsanız siz ben yapmak zorunda kalıyorum… diyesim geliyor…

Kardeş… “odanızı toplayın çocuklar” direktifine “nasılsa ablam toplar” içgüdüsü ile zaten benim görevim olarak bakmışken bana iki yol kalmıştır muhtemelen… Ya kendi payına düşeni yapsın diye kardeşle kavga edicem (ki hayatımda ki en çekilmez şey her konuda sonsuz haklı kardeşimle kavga etmektir) ya da toplayıp bitirecem… Benim tercihim hep ikincisinden yana olmuştur… Şimdi ki zamanda aramızdaki denklem elbette bu değildir. Ama değişmeyen tek şey onun her konudaki sonsuz haklılığıdır…

Ya da ne bileyim evlilikte… O yapsın diye bırakmayı denemişimdir bende, bıraktığım yerde kaldıysa yapılması gereken muhtemelen bir iki denemeden sonra kendim yapmışımdır… 2 gün arayla tüm evin rengini inadımdan (!) değiştirmişliğim vardır mesela… Öyle badanacı tutarak filan değil kendi başıma boyayarak… 1.50 boyunda, 50 kilo bir kadın insan bir günde bir evi boyayıp, 1.80 boyunda 100 kilo bir adam akşam gelip bu rengi beğenmedim dediyse demek ki kadın ertesi gün “İNADINDAN” evin rengini değiştirmiştir… Sonuç adam muhtemelen senin bu aşamada yaşadığın, üzüntü, gerginlik, kırgınlık ve hayal kırıklığının farkında değildir ve yorgunluk zaten söz konusu bile değildir. Sen kendi koca dötünle inatlaşmışsındır… Yani aslında sen “en iyisini ben yaparım” iddiası ile değil, sınırlı bütçe, yapılması gereken iş ve sınırlı zaman denklemi nedeniyle yapmışsındır işi… Aramızda ki bu “nasılsa Emine yapar” ilişkisi halen, boşanmamızın 11 yıl sonrasında bile sürmektedir mesela… Ve hala bu konuda bana akıl verip “yahu sen yapma bırak o yapsın diyenler vardır… Yahu arkadaş 16 sene beraberlik, evlilik, 11 yıl boşanmışlık ben ilk iki ayda işleri benim yapmam gerektiğini anladım etrafımdakiler hala “inatla” bırak o yapsın diyor sonra “Emine inatçı”… Gerçekten mi?

Hayır, birisi üstüne düşeni yaptı da elinden mi aldım, ben daha iyisini yaparım diye…

Ama şüphesiz doğru yöntem odanın kendi kısmını toplamak, evin badanasının erkek işi olduğunu düşünüp onun bunu yapacağı “gelmeyecek zamana” işi bırakmaktır… Sabrınız varsa tabii… Mesela bu çerçeveleri duvara ben takmayacağım deyip onları 6 ay duvara dayalı asılacağı yerde kocası assın diye bekleten bir arkadaşım vardı… Saygıyla öpüyor, kokluyor ve duvara resimler asılmadan boşandığı için kutluyorum…

Hayatım boyunca bir dayı, iki arkadaş ve bir sevgili dışında hiçbir yakın ilişki insanımla bu nasılsa onlar üstüne düşeni yapar ilişkisini kurabilmişliğim yoktur açıkçası… Onlar ise bana hayatımın konforudur… Annemi elbette burada saymıyorum çünkü anne insanın sonsuz şımardığı, onun için her şeyi yapabilen yerdir… Koca kadın oldum ve hatta babaanne oldum hala tüm toplu kaprislerimi ona yapmakta bir mahsur görmüyorum…

Yani inadımdan ya da başka bir tavrımdan şikâyet etme hakkını verdiğim tek kişidir kendisi…

Bunu yapacak başka birine her an “ hadi oradan sen önce kendi üstüne düşeni yap” diyebilecek bir durumda hayatım…
Ben biliyorum ki bu ve benzer durumda yaşayan birçok insan var yaşamda… Çoğu bunu inadından, alkışlanma derdiyle ya da “ben bir Süpermen’im” diye düşünerek yapmıyor… Sadece yaşamlarında bir kendi sorumluluğunu taşımayan taşıyor olduklarından bunu yapıyorlar…

Ve işin bitmesi gerekliliğine inanıyorlar… Ve her tez canlı insana ona iş yaptıran sonra da ben yapardım sen az bekleseydin diyen, sen kendin yapmak istedin diyen bir aklı evvel düşüyor…

Ya da ne bileyim siz it gibi çalışırken ortama bir prenses, çokopirenz edasıyla gelip sizin yaptığınız işin keyfini süren ve bir teşekkür bile etmeden esas kızı, esas oğlanı oynayanlar oluyor hayatınızda…

Yani hem işini, üstüne düşeni yapmayıp hem de ahkâm kesenler kadar hayattan silinmesi gereken bir şey yok benim âcizane hayatımda… Bunun bu derece elzem olma sebebi de zamanında çok beklemekten gelen sabırsızlığımdır olsa olsa…

İşte ben bu noktada inatçı ve huysuz oluyorum…

Hem de çok… Ölesiye filan… Yani o noktada eğer benimle uğraşırsanız garanti veririm ben sizi gömerim… Bir yol bulur illa gömerim… Geçmişime gömülü çok hamili kart yakınımdır var neticesinde… Hak etmediğimiz hiçbir şey başımıza gelmez neticesinde değil mi? Yani benim de bu gereksiz sorumlulukları yüklenip bir de eleştirmek durumu, tez canlılığımdan başıma gelen hak ettiğim bir şeydir.

Ben bu durumun sadece bana ait bir sorun olmadığını biliyorum elbette…
“Onlar bizim hayatta ki sınavımız”
“ Sabırlı olacaksın hayatım, bırakacaksın herkes kendi sorumluluğunu yerine getirecek”
“Aman sende bırak sende yarım kalsın, eksik olsun. Herkes nasıl yapıyor”…
Tarzı kişisel gelişimime yönelik, katkı ve uyarılar ise beni benden alıyor bu durumda tabii…
Olur canım… Ben düşünemiyorum tabii bunları… Haliyle bu uyarı iyi oldu…

Başkasının işini yapmak zorunda kalmanın en sıkıcı yanı şudur kanımca… İşi zaman ayırıp, vakit harcayıp canla başla yaptıktan sonra o aşamada dötünü yaymış arkadaşın çıkıp “sen kendi egonu beslemek için yapıyorsun” demesi… Yok, canım… Öyle değil o…

Bazen hayatta bir sorumluluğu yerine getirmek için birilerine, bir mevkie söz vermişsindir… Benim için en ayıp şey verdiğim sözü tutamamaktır… Dolayısıyla sen yapmazsan, ben yaparım ve verdiği (miz ) sözü tutarım… Utanmam… Sen benim bu işi senin yerine de yapmamdan utanmıyorsan, bana ne senin egondan, benim egomdan…

İnat budur benim için… Yapabilecekken, olabilecekken mücadeleden vazgeçmemek…
Bin kere de bunları söylemek zorunda kalsam söylerim…

Neticesinde “yaşamın yazılı olmayan kuralları vardır”
·        SORUMLULUKLARINI BİLMEK
·        TUTAMAYACAĞIN SÖZLERİ VERMEMEK
·        KENDİ İŞİNİ KENDİN YAPMAK
·        YAPILAN İŞE SAYGI DUYMAK
·        DEDİKODU YAPMAMAK
·        KISKANÇ OLMAMAK
·        FAZLA HIRSLI OLUP İNSANLARA ZARAR VERMEMEK…
·        HADDİNİ BİLMEK…

Dimi…

O kurdun ensesi kalınsa neden diye sormayacaksınız...
Kendi işimi kendim yaparım, sizin yapmadıklarınızı da ben yaparım diyiverir size...






20 Ekim 2015 Salı

SİZİNKİ KAÇ KANAT?




İNATLAR, İNATLAŞMALAR, ÇOK BİLENLER, DAİMİ MUTSUZ VE HUYSUZLAR İLE HAYATI BEDAVA BAŞARILARLA DOLU OLANLAR İÇİN BİR YAZI…

İNAT doğuştan gelen bir özelliktir. İnatçılık; insan ilişkilerinde iletişim kazasına en çok sebep olan tavırlardan biridir.
İnatçının temel psikolojik ihtiyacı iki tanedir.

Birincisi; haklı olduğunu göstermek ( çünkü onlar hep haklıdır );
İkincisi; kontrolün kendi ellerinde bulunduğunu hissetmeleridir…

Bu tipteki insanlar her karşıt ya da ilave fikri '' kendilerine meydan okumak '' olarak algılarlar. Keskin fikirleri ve düşünce katılıkları, kendilerini güçlü ve güvende hissetmelerini sağlar. Sürekli bir savunma mekanizması halinde dolaşırlar. İnatçılık; herhangi bir olay ve ya durum karşısında '' ben bilirim '' yaklaşımıyla inat edip, hiç bir şekilde esneklik göstermemektir.

Bu bilimsele benzer açıklamadan sonra benim âcizane bilimden uzak açıklamamamı paylaşmak istiyorum…  

İnatçı kişi siz fikrinizi beyan ederken bunun doğruluğu ya da kendisine getireceği kolaylıkları düşünmeden “sadece” bir fikir sunulmasına duyduğu tepki ile;
“hayır, işte bana ne, ben kendi bildiğim gibi yapıcam” diyen yorucu insandır…

Bu kişilere yapılacak en iyi şey yap da gör ebenin bel kuşağını demektir kanımca… Çünkü gereksiz ısrarları yapan insanların da tutumunu değiştirmek istemeyenler kadar inatçı olduğunu belirtmekte yarar var…

Ama bazen inat; kabullenememek ve aptallığın bileşkesidir…
İNATLAŞMAK suretiyle inatçı kişiye ders vermekte, karşıdakinin hırslı ihtiraslı inadıdır…

Şahsi fikrim inat edene “buyur” deyip yolundan çekilmektir… Eğer haklıysa zaten sorun olmaz, eğer sadece inat edicem diye “makulü kabul etmemekte” direniyorsa evren zaten konuya gereken ilgiyi gösterir… Yani biri kör gözlerle inat ediyorsa siz de karşısına geçip farklı bir inatla çabalamayın derim… Varsa bir hatası zaten sonucuna katlanacaktır o inatla…

Bu inat öyle bir şeydir ki kişi inatçı oldukça bu huyun bir doğru özellik olduğuna inanır ve hatta “ben inatçıyım” onun için bir övünme durumudur…

Neticesinde bazılarının kuru inadını zikeyim bu dünya da…
Çünkü başa ne gelirse inattan gelir bu dünyada…

Burayı “çok bilenlere” bağlayacağım bir cümleye ihtiyacım var tam burada… Kuruyorum o cümleyi şimdi…

ÇOK BİLENLER’in hemen hepsi inattan bir tarafları iki kanat olanlardır…

Bu insanlar başkalarının bilgileri konusunda daimi bir yok sayma yaşarlar… Çok bilenin problemi zaten çok bilmektir. Kendi derdi kendine yeter. Üstüne üstlük, bir de kendini farklı hisseder. Aslında o da içimizden biridir. Sadece bilmez; en farklı olmaya çalıştığı anda, en çok bir başka çokbilmişe benzediğini…

Bir kişinin çok bilmesi bence hiç sorun değildir netice de bende bir “çokbilmişim”.

Eğer ki bir insan birikimini karşısındakinin kafasına zıçar gibi veriyorsa çokbilmiş oluyor haliyle başka izahı var mı bilemedim! Yok, efendim öyle değil de seni başlı başına bir birey gibi görüp karşılıklı fikir alıp verme şeklinde hareket ediyorsa çok bilebilir dert değil. Kapımız sonuna kadar açıktır bilgiye…

Bilmeden bildiğini iddia eden, yüksek sesle üste çıkmaya çalışan, yanlışı yüzüne vurulunca sessizce ben de aslında öyle dedim diyen, yanından ayrılınca bak benim dediğime geldi diye yine yüksek sesle etrafa hava atan tomruklardır benim “çok bilen” tasvirime dâhil olanlar… Bir de hiçbir şey bilmeden bildim sananlar tabii… Neticede çok bilmek bir marifet…

Yine de unutmamak lazım “çok bilen, çok yanılır”…

Bir de daimi MUTSUZ ve HUYSUZLAR vardır ki… Sebebini bir türlü toparlayamam ben… Bazen hepimiz huysuz oluruz, mutsuz hissederiz ama bunların işi gücü budur… Sürekli yıkıp viran ederler etraflarını… Evladın anaya sürekli huysuzluğu da bu kapsamdadır benim için…
Yüzlerce kez onun için aynı şeyi siz tekrar tekrar yapmışken, başka biri onun için bunu yaptığında, başkasının yaptığını fark eden şeyin adı evlattır… Birçok evde yaşar bunlardan… Sürekli mutsuz ve huysuzdurlar “ama size karşı”… Adeta doğurdunuz için size kızgındırlar… Nasıl bu kadar battığınızı anlamazsınız… Başkasının huysuzluğuna kızar onunkine gücenirsiniz…

Bunlardan ortak çalışma ortamlarında da vardır… Siz it gibi çalışıp işi yaparsınız bir tane dangalak ortada huysuz ve mutsuz dolaşıp yapmadığı her şeyden ve onun için yapılan her şeyden mutsuz olmaya devam eder… Şeytan der ki; kalk ağzının ortasına vur ıslak odunla…

Edasına kurban olduğum kahpecik diyesiniz gelir…

Şahsi fikrim erkeklerin ana ve eşlerine huysuzluk yaparken kadınların ota boka, olana olmayana, iyiye kötüye, doğruya yanlışa mutsuzluk yaptıkları ve birçoğunun daimi mutsuz yaratıklar olduğudur…

Ve hayatı “BEDAVA YAŞAYANLAR” burada kasıt bedavadan yaşayanlar ya da maddi bir gönderme değildir… Bazıları öyle ballıdır ki maddi manevi başkalarının çalışma, emek ve başarılarının üzerinden prim yapar, gelir elde eder, başarılı sayılırlar ve genelde bunu kendileri başarmış gibi gösterirler… Bunların gelip sizin paket halinde önüne sürdüğünüz başarı için size hava atanları bile vardır…
Gülesiniz, allaha havale edesiniz gelir… Şahsen benim bugün bana hava attıkları başarıları için bazılarının hayatına hizmetçilik yapmışlığım çoktur…

Şu günlerde en kaçındığım insan türü depresyonunu ve hırslarının şemsiye gibi tepeme tutanlardır. Ah çok üşüdün der depresyon hırkasını üzerinize verir bunlar. Bu insanlar insanda lustral alma isteği doğururlar. Dünyanın haline bakmaz kendi ufacık sorunlarını çözümsüz sanırlar…

NETİCESİNDE; İNATLAR, İNATLAŞMALAR, ÇOK BİLENLER, DAİMİ MUTSUZ VE HUYSUZLAR İLE HAYATI BEDAVA BAŞARILARLA DOLU OLANLAR BENİM İÇİMDE; HAVAİ FİŞEĞE BAĞLANIP UZAY BOŞLUĞUNA ATILMA İSTEĞİ UYANDIRAN İNSANLARDIR.
EĞER BUNLARDAN BİRİ GİBİ HİSSEDİYORSANIZ SAYGILAR…
EN İÇTEN SEVGİLERİMİ SUNUYORUM…

NOT: Bu arada "huysuzluk" yazıp Google görsellerde aratın... Ben yaptım... Aşağıya doğru inin bir... Benim fotoğrafım çıkıyor hem de dil çıkarmış çocukluk fotoğrafım…
Ne alaka dedim bende... Yani neticesinde hiç huysuz değilimdir…

10 Ekim 2015 Cumartesi

“HERKESİ OLDUĞU GİBİ KABUL ET”



Kuzen dedi ki, babaanne oldun artık yazmıyor musun?
Yazıyorum dedim…

Aklıma yazıyorum bugünlerde… Olan biteni, olamayanları… “Ne oluyor böyle” dediklerimi aklımın bir köşesine yazıyorum…
“HERKESİ OLDUĞU GİBİ KABUL ET”
Fikrim odur ki hayatta bundan zor bir şey yoktur başarmak için…

Bedeninizin sınırlarını aşabilirsiniz… Hiç yeteneğiniz yokken şarkı söyleyebilirsiniz, şu internetten üç alıntı cümleyi ardarda dizer yazar olursunuz… Elinize üç renk boya alır, iki fırça sallar ressam oldum sanırsınız… Bazen kendinizi öyle hissedersiniz ki bir gün içinde kendinizi oldum sanırsınız… Tamam dersiniz çözdüm bu hayatı… Herşeyi biliyorum… Her gün keşfedilmiş Amerika’yı yeniden keşfedersiniz ama kendinizi “Dünya’yı” keşfetmiş sanırsınız… Çok da zeki olmadan okullar bitirirsiniz, makamlara gelirsiniz… Hatta adam olmadan devlet yönetebilirsiniz…

Ama zoru başarmak “olduğu gibi kabul etmektir”
Yanlışlıklara, hatalara ve terbiyesizliklere rağmen “olduğu gibi kabul etmek”

Kabul etmek ve razı olmak kanımca karıştırılmaması gereken iki ayrı kavram…
Kabul ettiğinizde boylarınız eşittir ama razı olduğunuzda boyunuz kısalır, eksilirsiniz… Azalırsınız kendinizden…

Birini olduğu gibi kabul etmek sevginin hası, düşlerin yasıdır...

Yaşam içinde sık sık kabullenmeme sorunu yaşayan biriyseniz muhtemelen sorun sizdedir…
Bazı insanlar kabullenme özürlüdür, herkesi ve herşeyi değiştirme içgüdüsü taşırlar…
Her karşınıza çıkan insanı değiştirmeye çalışan bir bünye iseniz eğer, aklıma bir temel fıkrasını getiriyorsunuz.

Temel bir gün otobanda giderken bir polis anonsu duyar:
"otoban üzerinde bir araç ters yönde gitmekte, tüm birimlerin dikkatine"
Kendi kendine söylenir temel:
"ne bir tanesi? Bütün hepsi ters şeritten geliyor, bütün hepsi."

Dedim ya bende bu konuda zorlananlardanım… Çoğu konuda hızlı düşünür, çabuk hareket ederim bu da beklememi zorlaştırır… Çocuk büyütürken annem baştan uyarmıştı bu nedenle beni… ”bekle… Kendi yapacak”  (hoş kendi de sabırlı değildi ama sonradan özellikle babamı kaybettiğimizde zaman zaman eski hali ortaya çıksa da daha bir sabırlı oldu)
Başka konularda bu sabrı vermeyen allahım, başkalarına gösteremediğim sabrı ve anlayışı çocuklar ve hayvancıklar için vermiş… Yani hayatımdaki bir çocuk ya da hayvansanız emin olun birçok yetişkinden şanslısınız… Çünkü onlara gösteremediğim sabır ve anlayış hayatımdaki bu savunmasız küçük varlıklar için bol miktarda mevcut…  Bu arada belirtmeliyim ki “çocuk” kavramının alanı oldukça geniş… Bazılarını reşit ve hatta yaş almış olmalarına rağmen çocuk kabul ediyor bünyem… Kimi zaman, kimileri için nasıl sabrediyorsun diye soranlara tek cevabım bu… “Onlar daha çocuk”… Bir büyüseler bir vesile ile bende onlara sabır göstermeyeceğim… Yetti artık diyeceğim…

Tekrar şu cümleye dönüyorum;
“Yaşam içinde sık sık kabullenmeme sorunu yaşayan biriyseniz muhtemelen sorun sizdedir…”
Benim için yaşamda en sorunlu ve en rahatsız edici şey sürekli şikâyet eden, ruhu huzursuz insanlar… Bir yanım bu insanlarda bizim sabrımız için sınav diyorsa da, diğer yanım sıkboğazını kurtul diyor bazen…
Bu insanların ortak özelliği hiçbir durumdan memnun ve mutlu olmamaları ve yaşamın normal akışında her şeyin ve herkesin onlara karşı ya da yandaş olduğunu düşünecek kadar “ben” merkezci olmaları… Aralarında gerçekten nutkumun tutulmasına neden olan arkadaşlar var… Onların davranışları karşısında beynimin acıdığını hissettiğim olmuyor değil…
Sizin etrafınızda yok mu her durumda, topluluk içinde sorun çıkaran birileri… İşte onlardan bahsediyorum…
Ne zaman bu ülkeye “özgürlük” diye ben istediğimi söylerim ve hatta bunu yaparken hiçbir etiğe uygun olmak zorunda değilim, terbiye kurallarını gözetmek zorunda değilim ve hatta bir sıkıntım varsa bunu adabıyla söylemesem de olur, sıkıntı yoksa da yaratayım gözler üzerimde olsun öğretildi ise kanımca o gün “anlaşamamaya” karar verdiğimiz gün olmuş…

Zordur herkesi olduğu gibi kabul etmek…
Herkesin herşeyi bildiği bu dünya da…

Ama en zoru kendini çok akıllı zannedip size çaktırmadan fikirlerini kabul ettirmek için direnenler…

BİREYSEL OLARAK YETİŞMEDEN, YETİŞKİN SINIFINA DÂHİL OLMANIN ZARARLI GETİRİLERİ BUNLAR…

Kabul etmenin dayanılmaz hafifliği var mıdır bilemedim ben ama oluruna bırakmanın faydası var bazen…  Oluruna bırakmak sükûneti bozmadan, olaya müdahale etmeksizin bir müddet dışarıdan izlemektir. Fevri davranıp yanlış kararlar almaktansa, bazen çok gereklidir...
Çünkü eğer etrafınızda sürekli sorun çıkaran birileri varsa bazen onların sorunlarını çözmek yerine sorun yumağı haline gelmelerine izin vermek daha iyidir…

Demem o ki…

Evet, Temel haklısın sen, valla doğru yoldasın, hepsi üstüne geliyor… Devam et dostum… Kamyonun birinin önünden seni kazırken “haklısın birader, sen yoluna devam et kimseyi takmamaya devam et” diyecem ben sana… Demek istediğim insanlar var…

Hamiş: "sen olmasan sanki dünya duracaktı" diyeceğim insanlar var bu dünyada… Bu “Ben” merkezci insanlara son olarak şöyle demek istiyorum “milyar senelik dünya, milyon senelik insanlık hayatında ismi unutulup gidenlerden biri olacağız çoğumuz” bu kadar kasmayalım ortamı… Netice de sizin varlığınız ve yokluğunuz dünyanın umrunda değil...