3 Kasım 2014 Pazartesi

YALAKALIK...



Ne diyeceğinizi bilemediğiniz olur mu?

Benim olur… Bunca kelime israfına bazen ne diyeceğimi bilemem. 

Zamansız gelen acılarda, karşımdaki insanın üzüntüsünde, bir şeyler söylemek, onu biraz daha iyi hissettirmek istediğimde, hele bir de yaşamadığım bir şeyse, nasıl davranmak gerektiğinden bile tam olarak emin değilken, ne yapsam da biraz daha mutlu etsem diye düşünüp, doğru kelimeleri doğru yerlerde kullanmakta zorlandığım olur.

Ya da karşımdaki duygusala bağlayıp yokuş aşağı gazsız frensiz deli gibi giderken o moda giremeyip kısır cümleler kurduğum hatta cümle kuramadığımda olur… Kelimeler boğazıma düğümlenir hep. Bir türlü düzgün kuramam cümleleri. Kelime dağarcığım ufalıp küçük cebime girer nerdeyse… Çok fazla kelime beyimde hapsolur.

Ama bir durum daha var yaşamda edecek söz bulamadığım…
Söz konusu konuşmayı YALAKALIK olarak algılarsa beynim söylenmesi gereken her şey inatla ağzımda tıkılıp kalır. Beğenilerimi dahi çok abartmadan söylemem bundandır. Çünkü hayranlık ve beğeniyle o yapış yapış yalakalık görüntüsü arasında “zarafet”, “mesafe” ve “kalite” den oluşan ince bir sınır vardır. Ezilmiş insan kitlelerinin kendilerinden üstün hissettiği her şeye refleks olarak tapma durumu, yaranma duygusudur, farklı beklentiler içinde olmaktır yalakalık. Yalakalığın tanımındaki kilit nokta, karşılık elde etme beklentisidir. Bu beklentiyi aradan çıkardığımız zaman “övgü ”ye ulaşırız zaten.

Bu yapıyı toplumsal bazda tekrar düşünelim. Bireysel bazda yapılan yalakalıkların sonuç vermesi halinde, yalakalık yapan insanların eşit konumda bulundukları diğer insanlardan ayrılmaya başladığını görürüz.  Liyakate bakılmaksızın pek çok insan birbiri peşi sıra maddi-manevi beklediklerini bu yolla almaya başlarsa ne olur? Az ya da çok var olan toplumsal adaletin yedi sülalesiyle yakın ilişkiye girenlerin bu eylemleri, bir yerden sonra yazılı olmayan bir kural haline gelir…

O nedenle çok da tanımadığı insanları yakından tanıyormuş gibi yapan insanları, aslında aralarında yaş ve statü farkı olan insanlarla “senli- benli” konuşmaları,  mevki sahibi insanların etrafındaki sevgi kelebeklerini sevmem… Sevemem.  Ama açıkçası uzaktan seyretmek çok zevklidir… İnanılmaz insan manzaraları seyredersiniz…  Hele de benim gibi yıllarca “seçkin” konukları işletmeci olarak ağırlamışsanız. Daha kapıdan girerken amaç, tavır, yarış besbellidir.  Net yazılmış bir kitap gibi okunur. Ama bazı ortamların olmazsa olmazıdır. “Körler sağırları samimiyetsiz sevgilerle ağırlar”

Bir salon dolusu insanın ilgisini çekmek için atılan yüksek kahkahalar, özellikle seslerin yükseltilerek anlatıldığı hikâyeler, yan masaya ateşli meyve tabağı misali gönderilen konuşmalar beni çok rahatsız eder.  Bugün yazmış bir arkadaşım “ne anarşik” kadınsın diye…

Aslında bunlar ne ortama anarşi ne de ters düşmektir. Büyürken bana öğretilen her şeye taban tabana zıt olduğu için bünyemin kabul edemediği şeylerdir. Bulamadığım kelimelerde ki gibi takılır kalırım.
Babamın bürosundaki yazı gelir aklıma “nokta kadar menfaate virgül kadar eğilme”

Çıkarın, büyüğü küçüğü, noktası destanı olmaz… eğer bir insan bir parça kemik için kendinden taviz veriyorsa üç nokta gibi yerlere de uzanabilir… Ona artık ne yazar...

İşte o nedenle yakın dostlarım mütevazı, hırsları olmayan… İnsanlıkları banka hesaplarından yüksek, hesapsız kitapsız insanlardır. Doğrusuyla yanlışıyla yaşamdaki en büyük derdimde budur. Bu yaşam mücadelesini verirken komik duruma düşmemek, akşam ayağımı uzattığımda huzurlu olmak… Kendin gibi olmak…

Cebinde ki para kadar zengin, dağarcığında ki bilgi kadar engin, kişiliğinde ki doğruluk kadar samimi olabiliyorsa insan içimi ferahlatır. Varlığı beni mutlu eder.

Hepimize aydınlık dostlar, samimi insanlar diliyorum…

Hamiş; Gün gelecek, her şey yerine oturacak, nerede ne söyleyeceğimi bileceğim. Çok umuyorum. Ümitliyim…

"Söküklerini dik sözlerinin, dilini kalbine yanaştır; dilinle söylediğini kalbinle de söyle... Dikiş tutmuyorsa şayet, söylenmeyi bırak; sus, kalbinden geçmeyeni diline değdirme...''
Mevlana