Ne
diyeceğinizi bilemediğiniz olur mu?
Benim olur… Bunca kelime israfına bazen ne diyeceğimi
bilemem.
Zamansız gelen acılarda, karşımdaki insanın üzüntüsünde, bir
şeyler söylemek, onu biraz daha iyi hissettirmek istediğimde, hele bir de
yaşamadığım bir şeyse, nasıl davranmak gerektiğinden bile tam olarak emin
değilken, ne yapsam da biraz daha mutlu etsem diye düşünüp, doğru kelimeleri
doğru yerlerde kullanmakta zorlandığım olur.
Ya da karşımdaki duygusala bağlayıp yokuş aşağı gazsız frensiz
deli gibi giderken o moda giremeyip kısır cümleler kurduğum hatta cümle
kuramadığımda olur… Kelimeler boğazıma düğümlenir hep. Bir türlü düzgün kuramam
cümleleri. Kelime dağarcığım ufalıp küçük cebime girer nerdeyse… Çok fazla
kelime beyimde hapsolur.
Ama bir durum daha var yaşamda edecek söz bulamadığım…
Söz konusu konuşmayı YALAKALIK olarak algılarsa beynim
söylenmesi gereken her şey inatla ağzımda tıkılıp kalır. Beğenilerimi dahi çok
abartmadan söylemem bundandır. Çünkü hayranlık ve beğeniyle o yapış yapış
yalakalık görüntüsü arasında “zarafet”, “mesafe” ve “kalite” den oluşan ince
bir sınır vardır. Ezilmiş insan kitlelerinin kendilerinden üstün hissettiği her
şeye refleks olarak tapma durumu, yaranma duygusudur, farklı beklentiler içinde
olmaktır yalakalık. Yalakalığın tanımındaki kilit nokta, karşılık elde etme
beklentisidir. Bu beklentiyi aradan çıkardığımız zaman “övgü ”ye ulaşırız
zaten.
Bu yapıyı toplumsal bazda tekrar düşünelim. Bireysel bazda
yapılan yalakalıkların sonuç vermesi halinde, yalakalık yapan insanların eşit
konumda bulundukları diğer insanlardan ayrılmaya başladığını görürüz. Liyakate bakılmaksızın pek çok insan birbiri
peşi sıra maddi-manevi beklediklerini bu yolla almaya başlarsa ne olur? Az ya
da çok var olan toplumsal adaletin yedi sülalesiyle yakın ilişkiye girenlerin
bu eylemleri, bir yerden sonra yazılı olmayan bir kural haline gelir…
O nedenle çok da tanımadığı insanları yakından tanıyormuş gibi
yapan insanları, aslında aralarında yaş ve statü farkı olan insanlarla “senli-
benli” konuşmaları, mevki sahibi
insanların etrafındaki sevgi kelebeklerini sevmem… Sevemem. Ama açıkçası uzaktan seyretmek çok zevklidir…
İnanılmaz insan manzaraları seyredersiniz…
Hele de benim gibi yıllarca “seçkin” konukları işletmeci olarak
ağırlamışsanız. Daha kapıdan girerken amaç, tavır, yarış besbellidir. Net yazılmış bir kitap gibi okunur. Ama bazı
ortamların olmazsa olmazıdır. “Körler sağırları samimiyetsiz sevgilerle
ağırlar”
Bir salon dolusu insanın ilgisini çekmek için atılan yüksek
kahkahalar, özellikle seslerin yükseltilerek anlatıldığı hikâyeler, yan masaya
ateşli meyve tabağı misali gönderilen konuşmalar beni çok rahatsız eder. Bugün yazmış bir arkadaşım “ne anarşik”
kadınsın diye…
Aslında bunlar ne ortama anarşi ne de ters düşmektir. Büyürken
bana öğretilen her şeye taban tabana zıt olduğu için bünyemin kabul edemediği
şeylerdir. Bulamadığım kelimelerde ki gibi takılır kalırım.
Babamın bürosundaki yazı gelir aklıma “nokta kadar menfaate
virgül kadar eğilme”
Çıkarın, büyüğü küçüğü, noktası destanı olmaz… eğer bir insan
bir parça kemik için kendinden taviz veriyorsa üç nokta gibi yerlere de
uzanabilir… Ona artık ne yazar...
İşte o nedenle yakın dostlarım mütevazı, hırsları olmayan…
İnsanlıkları banka hesaplarından yüksek, hesapsız kitapsız insanlardır.
Doğrusuyla yanlışıyla yaşamdaki en büyük derdimde budur. Bu yaşam mücadelesini
verirken komik duruma düşmemek, akşam ayağımı uzattığımda huzurlu olmak… Kendin
gibi olmak…
Cebinde ki para kadar zengin, dağarcığında ki bilgi kadar engin,
kişiliğinde ki doğruluk kadar samimi olabiliyorsa insan içimi ferahlatır.
Varlığı beni mutlu eder.
Hepimize aydınlık dostlar, samimi insanlar diliyorum…
Hamiş; Gün
gelecek, her şey yerine oturacak, nerede ne söyleyeceğimi bileceğim. Çok
umuyorum. Ümitliyim…
"Söküklerini dik sözlerinin, dilini kalbine yanaştır;
dilinle söylediğini kalbinle de söyle... Dikiş tutmuyorsa şayet, söylenmeyi
bırak; sus, kalbinden geçmeyeni diline değdirme...''
Mevlana