30 Kasım 2014 Pazar

"YAĞMURDAN KAÇILMAZ OĞLUM, SAHİBİNE AYIPTIR"



"biz çocukken yağmurdan okul tatil olurdu"

Yağmurlar mı azaldı…

İzmirde yağmur Körfezi daha da güzelleştiren, Kadifekale'nin eteklerinden süzülen, Karşıyaka' yı sisler içinde bırakan, Asansör den seyrine doyulmaz bir manzara bahşeden, Narlıdere ve ötesini daha da yeşil yapan, Teleferik' i eşsiz kılan, Konak Meydanı heybetli yapan ama asla ve asla İzmirlilerin yüzünden gülümsemeyi almayan öyle bir yağmurdur işte. Biraz melankolik, biraz depresif, yer yer sıkıntı veren sonuç olarak yeni bir mutluluk sebebi. İzmirde yağmur bile bambaşka yağar...

Ona hiç kızamadım hayatımda. Onun tekrar geleceği günleri bekledim hep. Her yağışında aynı nedensiz mutluluğu hissettim. Severken, nefret ederken, gülerken ve ağlarken hiç yanımdan ayrılmadı. Bugün yine yaptığı ve hep yapacağı gibi...

İzmirde ne zaman yağacağı hiç belli olmaz bu meretin; hava 85 derecedir, güneş cayır cayır yakmaktadır, şortla tişörtle sokağa çıkarsınız, yolun ortasında yağmura tutulursunuz; dönüp üstünüze başınıza bir şeyler alana kadar yağmur çoktan işini görmüştür, fermuarını çekmekte olur

Yağmur ...

Bir şehri tam kalbinden
Beyninden vurup gitmek...

Yağmur, şemsiyeyi kapatmak için en güzel sebeptir...

Gün içinde yağıyorsa; bütün işlerim bekleyebilir. Müzik açıp, bir kahve ve bir sigara ile geçeyim pencerenin kenarına gökyüzünü nasıl griye boyadığına şahitlik edeyim.

Akşamsa; sokak lambalarından o'nu takip edeyim, kafamı pencereden dışarı çıkarıp birazcık da olsa nasipleneyim... Ellerimi uzatıp, o'na dokunayım.

Dışardaysam; bi yerde oturayım, insanların yağmurdan kaçışını izleyeyim. Kravatlıların, takım elbiselilerin kaçışı… Topuk sesleri, ıslanan fönlü saçlar, kafasına poşet geçiren hindi gibi insanlar, bir anda ortalarda türeyen şemsiyeciler...

Bir yere gidiyorsam; dilime bir şarkı dolayıp hatta bunu sesli söyleyip ağırdan yürüyeyim. Ruhumu yenilesin yağmur. Yolculuğumda bana yarenlik etsin... İnsanlara birlikte gülelim. Zaten çok telaşlı bir şehrin insanları, daha bir telaşlı oluyor. Yağmur değil de asit yağıyormuşçasına nasıl da kaçışıyorlar.

Deniz kenarına yakın bir yerdeysem; hemen kendimi sahile vurayım. Yağmuru onunla izlemek ayrı bir keyif... Yağmur damlalarının denizin üstünde dans edişini görmek insanı içine çekiyor. İmkânı olduğu vakit hiç beklemem girerim denize, ben de onlarla dans ederim. Yağmur yağarken yüzmek gibisi var mıdır ki? Hem coşkulu, hem arındırıcı…

Ama sokakta yaşıyorsanız yağmur daha zorlaşmasıdır yaşamın Ama fakir evlerin akan damlarında yaşıyorsanız yağmur üşümektir

Herkese eşit yağmıyor yağmur...

"yağmur bu;
sabah yağanı, akşam yağanı, kesilip de başlayanı, durup durup yeniden yağanı var.
yağmazsa hatırlanmayanı, yağarsa unutulmayanı...
ufukta görüneni, görünüp de gelmeyeni...
ağırlaşmış bulutlardan ha düştü ha düşeni..."

Hamiş; Biraz yağmur kimseyi incitmez. Hem

"yağmurdan kaçılmaz oğlum, sahibine ayıptır"




29 Kasım 2014 Cumartesi

BENİM "5.HİSSİM" VAR... GELECEĞİ GÖREBİLİYORUM...



Salağa yatasım var…

Çok sevdiğim bir deyimdir şu salağa yatmak… Hani kendini çok akıllı zannedip salakmış gibi davranmak durumu. Bu konuda tereddüt şudur ki bir süre sonra salak mı akıllı, kendini akıllı sanan mı salak belli olmaz olur. Ki zaten akıl kendi içinde tüm salaklıkları barındırır.

Ama bazen kendimi çok salak hissettiğim doğrudur.  Mesela ben inanırım. Beyan esastır benim için. Bana kim olduğunuzu beyan etmişseniz size ona göre davranırım. Bana ne söylerseniz size doğru söylediğinizi varsayarak geri dönüş yaparım. Eğer beyanda usulsüzlük, tarifte tahribat, söylediğiniz de yalan varsa sorumluluğu size aittir.

Baktığım yerde gördüğüme inanırım ben.  Kâğıt beyaz ise aslında sarı diye inat etmem. Ama beyazsa beyazdır. Sarıdır denmesine izin vermem. Böyle de tersim, huysuzum… Neticesinde “Kâğıt beyazdır”
Bana utangacım derseniz size öyle davranırım. Bana kırılganım derseniz size öyle yaklaşırım. Bana çok sertim derseniz birlikte sertliğinizin derecesini tahlil ederiz.  Bana her şeyi bilirim derseniz “Buyrun önden geçin” derim… Bildiğinizle bilmediğiniz nasılsa bir süre sonra önünüzden geçecektir elele, kol kola…

Amma velakin bilirim… Utangaçlıkların benimkinden fazla utanmazlık taşıyabileceğini, hesapsızım konuşmalarının aslında hesap kitap işi olduğunu… Ben kendimi akıllı sanırken bazen bakakalırım giden geminin ardından… Yanımda iş döner ruhum duymaz… Ötemde iş biter farkında olmam…

Kimi zaman kendisiyle ilgili iyi kötü bir fikrim olmayan biri benimle ilgili benden habersiz duygu ve düşünce barındırır… Düşünürüm ne vakit dokundu yaşamlar birbirine diye… Bir arkadaşının anlattığı ile fikir ve karar sahibi olmuşsa tez üstünü siler geçerim. Çünkü bugün olmasa da yarın mutlaka zarar verecektir. Kendinin olmayan bir fikirle karar verebilen bir insan ister o kendini akıllı sansın, ister siz onu salak zannedin illa ki bir zarar verir…

Salağa yatmak iyi bir zekâ ister. Anlayıp da anlamamış gibi yapmak zor bir faaliyetidir. Anlamış olmanın verdiği yükü kaldırmaktansa, salağa yatıp, karşı tarafın bunu daha iyi bir şekilde açıklamasını beklemek iyidir. Bir nevi karşı tarafa, bak koçum, ben zekiyim de anlıyorum ama başkasına bu şekilde anlatsan anlamaz, o yüzden aklı başında izah et mesajı verilir ki çoğu zaman karşı taraf bunu anlamaz. Sizde zeki filan değilsinizdir zaten…

Bazıları bunu kendini geri planda tutmak, bu arada da saman altından su yürütmekte kullanabilir. Ancak bu eylem akıllı budalalardaki akıllıların budalalaşmasının sebebidir ki; bu kimseler bu tutumlarını sürdürdükçe zamanla kendi kazdıkları kuyuya düşmeye başlayabilirler.

Salağa yatmak;  Banu Alkan ve Mustafa Topaloğlu’nun cesurca sergiledikleri davranış şeklidir özetle. Bir düşünün bu ikisi karşısında düştüğümüz açıklanamaz durumu… Kaçımız salak olmuyoruz, dünyamız şaşmıyor ki bu ikisi konuşurken J

HAMİŞ:  Sevgili Emine bu sabahta dumurlardan dumur beğenip şaştın ya bu Dünya’ya demek yaşıyorsun… “beni nasıl bilirsin diye sorsalar, kendim gibi derim” herkesin bildiği kendi kadar… -

Kendimi bu sabah aynen böyle hissetmediysem ne olayım J

-eminim ki senin de yeteneklerin vardır.
-evet aslında. Var bir tane.
-nedir peki o yeteneğin?

-benim “5. Hissim” var. Geleceği görebiliyorum. :P:P

21 Kasım 2014 Cuma

e. YOLLA GİTSİN......


Bazen olur öyle…

Yazasım gelmez… Bir şey yapasım gelmez… Hatta bir şey diyesim gelmez… Oturur seyrederim âlemi…

Âlem bialem…

Türlü türlü haller içinde… Samimiyetin suyunun sıkıldığı zamanlarda yaşadığımızdan, içtenliği olmayan samimiyetlerde yorulduğumuzdan;  bazen bu haller bana bin ışık yılı uzak geliyor…

Yazamamak hiçbir şey yapmamak eyleminin edebi metin bağlamında gerçekleştirilen halidir. Yansıması hiçbir şekilde pozitif kazanç veya getiri sağlamayacak bir eylemsizlik süreci olsa da, götüreceği bir şey de olmayacağı için kayıptan saymak yanlış olur.

Yazmamak eyleminin anlam kazanabilmesi için daha öncesinde -ve özellikle çok miktarda-yazmış olmak gerekir kanaatimce. Ki öyle yapıyordum bir süredir…

Maksat ne olursa olsun, hedef kitlede veya hedef tahtasında kim olursa olsun yazmamak bilinen en eski ve en kolay tepki yöntemidir.

"yazı piç" ise, babasızlığı pekiştirmektir yazamamak… Ne derler…"anne vâkidir, babaysa bir rivayet".

O nedenle sahipsiz yazılar, hale ahvale tercüman olmuş ama kimsenin üzerine almadığı yazılar babasız çocuklardır…

Kafka  "cinnete davetiye çıkarmak" der yazmamak için…

Çok yazınca, üslup bozuluyor, yazının bir ağırlığı kalmıyor, yoğunluk kaçıyor; tabii bu ortalama bir zihin için söylediğim şey, yoksa durmadan üretip yoğunluğu muhafaza edebilenler de vardır. Ben o olağandışı beyinlerden değilim elbette…  İşte bu durumu kompanze etmek için, bir nadas halidir yazmamak, biraz da düşüncelerin toparlanması, düzgünce ifade bulması ve belki de Türkiye gibi ülkelerde "ehere mehere otu boku gidip bloğuna yazıyo la" vaziyetine düşmemek için yapılan eylemdir "yazmama"

İlk yazmaya başladığımda kâğıt-kalem ve ben vardık; üniversitenin ikinci sınıfında daktilo-kağıt ve ben bir araya geldik… Yıllardır değişik bilgisayarlar-klavye ve ben varız… Yazarken biten kalemler gördüm, harfleri takılan, çift vuran daktilolarla yazdım, klavyesi düzgün basmayan bilgisayarlarla yazdım ama hep yazdım…

Yaşama dair yazdım, arkadaşlığa dair yazdım, ana, baba, evlat, kardeş, yanlış için yazdım, geçmişe dair yazdım, unuttuklarımı hatırladım yazdım, unutmak istemediklerimi yazdım ama hiç “sevgili” için yazmadım… Sevgiden, sevgiliden bahsi geçen şeyler yazdım da,  ima ettim de ama hiç “sevgili” için yazmadım… Yazamamak en çok o noktada yapıştı kaldı bünyeye…

İnsan yazdığını unutur ama yazmaya çekindiği aklında kalır hep…

Başarısız denemelerim var elbette… Sonucu seçmeli… Yazmamak evrelerden geçiyor…
a- sil
b- kenarda dursun
c- neden bunu yazdım ki? diye kendine sor, sil
d- çöp kutusu da dolmuş
e- yolla gitsin…

Yine yazdım; yolluyorum… Yan masada ki ağır abilerle, pek becerikli orta yaşlı ablalara gitsin J




6 Kasım 2014 Perşembe

ÇOK BİLEN BÖCEĞİ




Çocukluğumdan beri başım en çok bildiklerimden ağrır…

Birileri çıkıp “bu nasıl olacak, nasıldır ki” dediğinde illaki bir fikrim vardır. Ukalalığımdan değil aslında her bulduğumu okuyup durmamdan, her şeyi hatırlayan fil hafızamdan... Onlarında bir yerlerde birikmesinden… Gri hücrelerime ettiğim eziyetten…

En çok neyden korkarsın dediklerinde “bildiğimden” derim… Bilmediğim korkutmaz beni öğrenirim onun korkulacak bir şey olup olmadığını… Bir şeyin korkulacak bir şey olup olmadığına onun hakkında bir fikrim yokken nasıl karar verebilirim ki…

Ama bilmek konusunda acı tecrübelerimde var elbette… Bir yanlışı düzeltirken sevimsiz duruma düşmek, insanların beni huysuz bulması, bize ayar veriyorsun demeleri… oysa obsesif yanlarım “ulan bu yanlış diye çığlık atarken” bazen zor oluyor sadece susup seyirci kalmak…

Mesela evlilik, sevgililik kadının az bilmesi ya da bildiğini az söylemesi durumunda sağlık, mutluluk ve erkeğin tatmini üzerine sürüyor… Patrondan daha iyi bildiğin bir işin varsa bir süre sonra işin olmuyor J

Birileri “naber sensei” dediğinde “kesin dalga geçiyor” diye düşünüyorsun… 
Oysa ben zaten kendimle 7/24 dalga geçiyorum… Çoğu zaman söylediklerim söyleyemediklerimin dörtte biri… Babam “sus” derdi… Atlama hemen… Dinle… Öğrenebildim mi?

Bazen kendimi annemle manasız bir tartışma içinde bulurum… Benden özgür ruhlu olmasın kendileri bedeni ruhuna dar, hayli inatçı bir hanımdırlar… Babamın sevgisiyle törpülenmiş yanları ve kaybıyla yumuşamış yüreği ile çok uzun inat edemese de bu güzel huyumun ana kraliçesi aslında kendisidir.

Eğer uzunca zamandır size bir fikir beyan etmemiş ve bir şeyinize karışmamışsam muhtemelen sizden vazgeçmişimdir…  

Evli olduğum bir tarihte baba-oğul televizyondaki yarışmada ki soruyu dönüp bana sordular bende “bilmiyorum” dedim… Önce bir sessizlik oldu sonra ikisi birden “bilmediği bir şey varmış” dediler… Utanayım mı, mutlu mu olayım bilemedim… Ama neden ayrıldığımı sorarsanız hemen cevap verebilirim J

Oysa ben bilirim diye bir iddiam yoktur… İnandırıcı gelmiyor biliyorum ama gerçekten bilgisi olan, ruhu zengin birini bulduğumda dinlerim hem de haddimi bilirim… Bilen insanları severim… Kendini, bildiğini, haddini bilen insanları severim…

Çünkü dünyanın başına ne geliyorsa haddini bilemeyen, bilmediği şeyi biliyor gibi görünen, hırslı, açgözlü insanlardan gelir…

Poyraz geçen geçenlerde telefon etti;  “anne çocuklardan birinin dişi tuttu, doktor şansımız yok bir de hele ne yapalım eldeki ilaçlar bunlar dedi”  geçen gece aradı… “çocuklardan biri panik atak geçiriyor, nefes alamıyor, ambulans Ağrıdan gelene kadar ne yapayım dedi” Ben doktor değilim, haddime düşmez bir tedavi ile ilgili fikir yürütmek ancak yaşamın içinde bir insan ve anne iseniz bileceksiniz… Öğreneceksiniz. Poyraz’da öğrenecek… Bir daha ki seferde kimseyi aramadan elinden geleni yapacak.

Fikrimce, hayatın ehliyetidir bilmek.

Yaş, tecrübe, bilgi paylaşılacak… Güven paylaşılacak.

Çocuklara ayar verilmez mesela onların “ayarları” bozulmasın yeter… Çünkü onlar bilginin hasıyla sevgiyle doğarlar… Onları bilgisizleştiren, sıradanlaştıran, içlerinde ki zenginliği yok eden bizleriz. Dünya işleri…

Bilmek iyi bir şeydir. Birimizin bilebildiği ummandaki bir ufacık bilgidir.
Kötü olan bilmediklerini bildiklerini zanneden insanlardır. Herkesin var bir bildiği; bildiğini okuyarak yola devam ediyor sonuçta.

“Bilmemek mutluluktur” lafı beni ziyadesiyle kızdırır… Bilmemek asıl mutsuzluğun sebebidir.  

Ama bazen sadece aklımızın kanatlarını, tenimizin parmaklarını, yüreğimizin enginliğini budamaya yarar.

Hamiş; ''bildiğim bir şey varsa hiçbir şey bilmediğimdir.''

Bu yazı bilgisizliğinden bu dersten “muaf” olanlara gelsin…


3 Kasım 2014 Pazartesi

YALAKALIK...



Ne diyeceğinizi bilemediğiniz olur mu?

Benim olur… Bunca kelime israfına bazen ne diyeceğimi bilemem. 

Zamansız gelen acılarda, karşımdaki insanın üzüntüsünde, bir şeyler söylemek, onu biraz daha iyi hissettirmek istediğimde, hele bir de yaşamadığım bir şeyse, nasıl davranmak gerektiğinden bile tam olarak emin değilken, ne yapsam da biraz daha mutlu etsem diye düşünüp, doğru kelimeleri doğru yerlerde kullanmakta zorlandığım olur.

Ya da karşımdaki duygusala bağlayıp yokuş aşağı gazsız frensiz deli gibi giderken o moda giremeyip kısır cümleler kurduğum hatta cümle kuramadığımda olur… Kelimeler boğazıma düğümlenir hep. Bir türlü düzgün kuramam cümleleri. Kelime dağarcığım ufalıp küçük cebime girer nerdeyse… Çok fazla kelime beyimde hapsolur.

Ama bir durum daha var yaşamda edecek söz bulamadığım…
Söz konusu konuşmayı YALAKALIK olarak algılarsa beynim söylenmesi gereken her şey inatla ağzımda tıkılıp kalır. Beğenilerimi dahi çok abartmadan söylemem bundandır. Çünkü hayranlık ve beğeniyle o yapış yapış yalakalık görüntüsü arasında “zarafet”, “mesafe” ve “kalite” den oluşan ince bir sınır vardır. Ezilmiş insan kitlelerinin kendilerinden üstün hissettiği her şeye refleks olarak tapma durumu, yaranma duygusudur, farklı beklentiler içinde olmaktır yalakalık. Yalakalığın tanımındaki kilit nokta, karşılık elde etme beklentisidir. Bu beklentiyi aradan çıkardığımız zaman “övgü ”ye ulaşırız zaten.

Bu yapıyı toplumsal bazda tekrar düşünelim. Bireysel bazda yapılan yalakalıkların sonuç vermesi halinde, yalakalık yapan insanların eşit konumda bulundukları diğer insanlardan ayrılmaya başladığını görürüz.  Liyakate bakılmaksızın pek çok insan birbiri peşi sıra maddi-manevi beklediklerini bu yolla almaya başlarsa ne olur? Az ya da çok var olan toplumsal adaletin yedi sülalesiyle yakın ilişkiye girenlerin bu eylemleri, bir yerden sonra yazılı olmayan bir kural haline gelir…

O nedenle çok da tanımadığı insanları yakından tanıyormuş gibi yapan insanları, aslında aralarında yaş ve statü farkı olan insanlarla “senli- benli” konuşmaları,  mevki sahibi insanların etrafındaki sevgi kelebeklerini sevmem… Sevemem.  Ama açıkçası uzaktan seyretmek çok zevklidir… İnanılmaz insan manzaraları seyredersiniz…  Hele de benim gibi yıllarca “seçkin” konukları işletmeci olarak ağırlamışsanız. Daha kapıdan girerken amaç, tavır, yarış besbellidir.  Net yazılmış bir kitap gibi okunur. Ama bazı ortamların olmazsa olmazıdır. “Körler sağırları samimiyetsiz sevgilerle ağırlar”

Bir salon dolusu insanın ilgisini çekmek için atılan yüksek kahkahalar, özellikle seslerin yükseltilerek anlatıldığı hikâyeler, yan masaya ateşli meyve tabağı misali gönderilen konuşmalar beni çok rahatsız eder.  Bugün yazmış bir arkadaşım “ne anarşik” kadınsın diye…

Aslında bunlar ne ortama anarşi ne de ters düşmektir. Büyürken bana öğretilen her şeye taban tabana zıt olduğu için bünyemin kabul edemediği şeylerdir. Bulamadığım kelimelerde ki gibi takılır kalırım.
Babamın bürosundaki yazı gelir aklıma “nokta kadar menfaate virgül kadar eğilme”

Çıkarın, büyüğü küçüğü, noktası destanı olmaz… eğer bir insan bir parça kemik için kendinden taviz veriyorsa üç nokta gibi yerlere de uzanabilir… Ona artık ne yazar...

İşte o nedenle yakın dostlarım mütevazı, hırsları olmayan… İnsanlıkları banka hesaplarından yüksek, hesapsız kitapsız insanlardır. Doğrusuyla yanlışıyla yaşamdaki en büyük derdimde budur. Bu yaşam mücadelesini verirken komik duruma düşmemek, akşam ayağımı uzattığımda huzurlu olmak… Kendin gibi olmak…

Cebinde ki para kadar zengin, dağarcığında ki bilgi kadar engin, kişiliğinde ki doğruluk kadar samimi olabiliyorsa insan içimi ferahlatır. Varlığı beni mutlu eder.

Hepimize aydınlık dostlar, samimi insanlar diliyorum…

Hamiş; Gün gelecek, her şey yerine oturacak, nerede ne söyleyeceğimi bileceğim. Çok umuyorum. Ümitliyim…

"Söküklerini dik sözlerinin, dilini kalbine yanaştır; dilinle söylediğini kalbinle de söyle... Dikiş tutmuyorsa şayet, söylenmeyi bırak; sus, kalbinden geçmeyeni diline değdirme...''
Mevlana