26 Kasım 2018 Pazartesi

Aldatmanın Kadınca Meali




25 Kasım ve şiddete dair kadınlı erkekli eylemlerimiz bittiyse bu anlamda çok da sözü edilmeyen bir başka şiddetten bahsetmek istiyorum. Aldatmak eşlerin birbirine uyguladığı, çoklukla erkeğin kadına uyguladığı fiziksel olmayan bir şiddettir. Bir çok erkek el kaldırmadığı için kendini süpermen zannederken, aslında birlikteliklerinde bambaşka şiddetler uygularlar...
Şiddete dair yazdığım yazıda fiziki şiddet dışında uygulanan şiddetten bahsetmiştim. Şimdiden bu yazıya gelebilecek ama kadın da aldatıyor cümlesine ön çekmek için sizi başlığa gönderiyorum. Ben bir kadınım ve sürekli önüme gelen bu konuyu bir kadının bakış açısıyla ifade etmek istiyorum.

Ben küçükken kadınlar “kabul günü” diye bir şey yaparlardı. Artık büyük şehirlerde kimseler evinde misafir kabul etmiyor sanırım. Herkes cafelerde buluşuyor. İşte onlar evlerde toplanırken ben de ufakken o misafirliklerde yapılan konuşmaları ciddi bir dikkatle dinlerdim. Kadınlar şimdiye göre daha yumuşak dedikodular yapardı. Ellerinde örgüleri, nakışları ile dizlerinden aşağıda birleştirilmiş ayaklarıyla “vallahi bizim bey yapmaz öyle şey” derlerdi… Ben biraz büyüdüğüm de “vallahi şekerim yapıyorsa da ben hiç hissetmedim” dendiğini duymaya başladım… Şimdi ise ilişkilerin bitmesinin ya da hastalıklı bir şekilde sürmesinin en ciddi sebeplerinden biri sadakatsizlik… Artık herkes herkesi alenen aldatıyor…

Geçenlerde alışkanlık olarak sadakatsizlik yapan ve başka türlüsünün zaten mümkün olamayacağına inanan, çok sevdiğim bir erkek arkadaşıma “ben büyüdüğüm evde babamla hiç böyle şeyler yaşamadım”dedim… Buna şöyle bir yorum getirdi. “Yahu o zaman kadınların yakalaması zordu, evden çıktın mı neredesin belli mi, cep telefonu yok vs…” Çok severim kendisini, muhtemelen de haklıdır… Ama kesin olarak bildiğim bir şey var. Genel olarak erkekler de kadınlar da “aile” kavramına daha saygılıydılar…

Bir kadın olarak, bir kız evlat olarak, bir eski eş, bir oğlan annesi, bir gelin annesi, bir kız torun babaannesi, bir abla, bir kız arkadaş, bir dert dinleyen, bir daimi sevgili olarak gönlümden geçenleri yazmak istiyorum…

1.Madde: Bu erkeklerin cinsel tercihleri erkekler değil ise bizi, sizi bir kadınla aldatıyorlar… Yani buradan sonra yazacaklarım aslında erkekler kadar kadınların da kadınlara uyguladıkları bir şiddet… O nedenle yazının bu kısmı daha öznel...

14 yaşımdan bu yana kız arkadaş ve eş kadrosunda bildiğiniz her şekilde ve her durumda aldatıldım ben. Özetle asla hiçbir yerde “benim ki yapmaz, yapsa da hissettirmedi, ben birlikte olduğum erkeğe güvenirim” diyemedim. Aldatıldığım anda gittiğim de oldu, aldatıldığımı bile bile gidemediğim de… Buna öfkelenip karşılık verdiğim de oldu, bırak Allah nasıl biliyorsa öyle yapsın dediğim de oldu…
Başka kadınla sevişildikten sonra giyilmiş donu yıkadığım da oldu, başka kadınla sevişilmiş yatağı topladığım, temizlediğim, hatta çıkmayan lekeleri en etkili leke çözücülerle ovaladığım da… Yani ben çok anlamıyorum bu işleri… Bütün bunlara kızgın mıyım sorusuna cevap şu… Kırgınım… Ve başına gelen herkes de kırılıyor.

Bunun sadece bana ait bir sorun olmadığını biliyorum… Bunu yaşayan bir sürü kadın var. Bilerek, bilmeyerek, kabullenerek ya da yaşam boyu bununla mücadele ederek… Bir ömür birlikte olduğu erkeğin kendinde hak bulduğu bu durumla yüz göz olarak mücadele eden kadınlar tanıyorum. Bildiği halde o beraberlikte kalmak için susup katlananlar biliyorum. Her seferinde bu sefer son defa diyenler, bir daha yaparsan giderim diyenler biliyorum. Bir çoğu bir gün gerçekten gidiyor onu da biliyorum... Ve elbette kadınlar da aldatıyor onu da biliyorum. Terazinin her kefesinde sallanıyor bu hayatta insan…

Bu terazinin diğer yanındaki kadın bazen sizin arkadaşınız oluyor. Bazen sizin bilmediğiniz ama sizi gayet iyi bilen birileri oluyor. Bazen de hiç tanımadığınız, sizi hiç tanımayan bir kadın oluyor. Bu hikayelerin çoğu bende mevcut mesela... Soframda yemek yiyenle de aldatıldım... Tango da nasıl diye sarılanla da... Her durumda şunu gördüm bunu yapan kadının utanmazca sizle iletişim kurabiliyor olması... Ve kadınların bu anlamda çok tehlikeli olduğunu yaşayarak öğrendim... Tecrübelerim erkeklerin aldatmak için karşı tarafı ikna için birkaç basit hikâyesi olduğu yolunda… Genelde aldattıkları kadın eş ise istemeden (!) sürdürdükleri, istemeden (!) seviştikleri, kıskanç, huysuz, artık aşkın bittiği bir kadından bahsediyorlar. Evet, bunu birlikte oldukları kadınlara böyle anlatıyorlar. Siz evde yemek yaparken, çamaşır yıkarken, çocuk büyütürken, bütçeyi denkleştirmeye çalışırken ve belki de siz onun duyarsızlığından, ruhsuz sevişmelerinden bunalmışken onlar başkalarına size dair böyle hikâyeler anlatıyorlar. Ve o kadınlar da bu hikayeleri işlerine geldiği için doğru kabul ediyorlar...
Sevgili iseniz aldatmak biraz daha az illegal bir durum olduğu için en fazla "yahu çok ciddi bir şey değil" "aa o mu yahu bitti o" demekle yetiniyorlar.
Yani ezcümle erkekler birlikte oldukları kadınları aldatırken diğer kadınlara içinde gerçekler de barındıran ama çoğunlukla yalan olan şeyler söylüyorlar. Biz kadınlar da uzun soluklu ilişkilerden sıkılıyoruz, birlikte olduğumuz erkeklere dair nice eksiklikler görüyoruz. Aslında gerekçeler gayet karşılıklı... Bunları o erkekle birlikte olmak için gerçek sayıp bir başka kadını ezip geçebilen kadınlarda bu şiddetin şüphesiz bir parçası oluyorlar…

2.Madde: Homo Sapiens canlısının biyolojik olarak çokeşli olduğu, kurduğu karmaşık sosyal hayat açısından tekeşli olmaya çalıştığı söylenebilir... Tekeşlilik eğilimi aynı zamanda aidiyet ve sahiplenme duygusuyla ilgilidir… Ve biz sosyalleştirilmiş pirimatlarız neticede…
Evlilik ve sadakat duyguların bitim yeri midir? Simone De Beauvoir ve J.P. Sartre 50 yılı aşkın ilişkileri boyunca evliliğe ve sadakate karşı çıkarak, üçüncü kişilerle birlikte olarak ama tutkuyla birbirlerine bağlı kalarak yaşadılar. Önce Sartre göçtü dünyadan sonra da Beauvoir, külleri yan yana gömüldü. Sartre ve Beauvoir tekeşliliğe inanmıyorlardı, “tekeşliliğe inanmak tanrıya inanmaktan pek farklı değildi.” onlar için. Ben bireysel olarak bunu yapabilir miyim bilmiyorum...
Tekeşlilik (monogami) ve çokeşlilik (poligami) kavramlarının kendi içindeki çelişkiler insana belki de sadakatin imkânsızlığını getiriyor… Sadakat yani (içten bağlılık) cinsel ve duygusal anlamda tekeşli olma durumuna dair ahlaki bir vaattir. Tekeşliliğin, toplumun onayına sunulan duygusal, kültürel ve ekonomik bir kurumu olarak evlilik ise şüphesiz bu sadakat yeminini içerir. Yani sadakat, aldatma ihtimalinin dışlanmasına yönelik bir sözleşmedir aslında...
Sadık olmak bir erdemdir ama vahşi doğa ve bize mirası olan bilinç dışında erdem yoktur, ahlak-dışı çalışır. Erkek genlerini aktarmak, dişi iyi genleri bulmak ister. Dişiler daha seçici olmak zorundadır. Çoğalırken genleri bozmamanın yoludur bu… Oysa erkek için saldım çayıra Mevla’m kayıra bir durumdur bu. Ne kadar çok sperm israfı varsa o kadar ilkel görevini yerine getirmiş bir erkek canlısı vardır.

Oysa biz erkek ya da kadın evlilikten bir sürü şey bekleriz… Hem güvenli ilişkiyi, hem üremeyi hem de romantizmi bekleriz. Bu bir kucakta üç karpuz taşımaya benzer… Önce romantizm düşer ve kırılır. Erotizm zaten tekrarla rutine dönen ve sıkıcılaşan bir süreçtir… Çoğu kez çocuk ortak projesi ile bağlılık garanti altına alınır… Güven ise tam bir tekeşlilik sebebidir… Tekeşliliğin sıkıcı yanı tekdüzelik (ya da maceraya kapalı olması), çekici yanı güvendir.

3.Madde: İlişkilerin neden yürümediğine dair tespitler, nasıl yürüyebileceğine dair fikirlerden çok daha fazladır. Yani tüm bu şartlar altında artık kimse kendini bile kandıramamaktadır.

Aslında insanın neden tek hissetmek istediği, yasak olanın neden çekici olduğu, aldatmanın neden bu kadar yaygın olduğuna cevap veremiyoruz. Aldatmanın, aldatılmamızın kısa tarihiyle yetiniyoruz. Aldatmak üzerine yazmak, insana dair her şey üzerine yazmaya çalışmak gibi aslında.

Bir şeylerin bitmeyeceği fantezisi, ölümlü dünyada kendimizi aldatmak/oyalamak için kullandığımız bir savunmadır belki de…

Ben hayatım boyunca kendini bu noktada hiç kandıramamış bir kadınım. Babama ve onun ailesindeki ilişkilere dair hiçbir kötü anım, hikâyem yoksa da, orada tüm erkekler ailelerine düşkün verici adamlarsa da çocukluğum anne dedemin ve annemin ailesindeki kadınların aldatılma, yalnızlık ve terk edilmişlik hikâyelerini dinleyerek geçti. Açıkçası ailede gelinlik giyebilmiş, eşi tarafından üzülmemiş, kırılmamış, muhtemelen aldatılmamış, el üstünde tutulmuş tek kadın annemdir. Bahtımın anneme benzemediği ortada…

Son olarak şu cümleyle bitirmek istiyorum…

“Bazıları için aldatma kutlu bir başarıdır. Aldatılmayı başarısızlık, yenilgi olarak algılarız. Oysa başarı, her zaman yenilgiden daha kafa karıştırıcıdır. Yenildiğimizde kendimiz olma ihtimaliniz daha yüksektir.”

Kendimi bulmam ve tanımam için bana kattığınız herşeye teşekkür ediyorum o halde…

22 Kasım 2018 Perşembe

Ayşe Arman ve Gazetecilik




1969 doğumlu Ayşe Arman yani aynı dönemlerin Gazetecilik öğrencileri sayılırız. Basın Yayın Yüksek Okulunda eğitimine başlamış ama bitirmemiş. Bu internette ulaştığım bir bilgi ama Tarsus Amerikan Kolejinden mezun ki bizim dönemimizin Amerikan Koleji mezunu kızları çok donanımlı olurlardı.
Ayrıca biz okulunu okumuş, gazeteciler biliriz ki okuduğumuz okul maalesef gazeteci olmamıza yetmez... Çoğu mezun gazetelerde iş bulamaz zaten. Başka işlere girer… Devlet memuru olur çoğu… Bulsanız da köşeler hep doludur, abiler ablalar yerlerini kolay bırakmadıkları gibi kolay kolay da yenilere fırsat vermezler... Ama siz kapıları tırmalarken filancanın kızı, falancanın oğlu ( bu daha azdır, genelde filancanın kızı olur o tepeden gelen), bilmem kimin yakını gelir tak diye işe başlar. Elbette bazıları çok yeteneklidir. Kaçınılmaz onların yer edinmesi, ama emin olun azdır onlar... Süreç biraz sancılıdır. Asılan olur, işinizi zorlaştıran olur, kadından polis muhabirimi olur diyen, size fırsat tanımayan sonra okuduğunuz okulda hocalık yapan, gazetecilik öğreten şefiniz olur. Olurdu... Şimdi neler olur hiç bilmiyorum. Ama gazetecilik ortamı benim hayal kırıklığımdır onu biliyorum.
İhalelere koşan gazeteci abiler, gücün yanında gazeteciler, gelen stajer kızlara "düştü" yeni çaylak diyenleri gördüm... Ve elbette çok saygı duyduğum, çok değer verdiğim abilerim, ablalarım da oldu camiadan... Hala da saygı da, sevgi de kusur etmem... Onlardan öğrendiklerimi de hiç unutmam... Ama hepimiz biliriz kimin ne olduğunu aslında…
Ortamın genel panoraması böyleydi o yıllarda... Biz İzmir'deydik. Hep şunu derlerdi "gerçekten gazetecilik yapmak istiyorsan İstanbul'a gideceksin"... Ben ise sadece yazmak istiyordum. Tüm hayalim buydu...  Ama reklamları, iktidarı düşünerek, idarecilerin direktifleriyle yapılan gazetecilik bana gazetecilik gibi gelmedi... Sonunda madem ticaret yapıyoruz ben reklamcılık yapayım dedim... O da ayrı film ortamı hele de İzmir'de... Sonunda kendimi turizmin ortasında buldum... 
İşte o senelerde biz bunlarla uğraşırken Ayşe kızımız Erkekçe ve Nokta dergilerini çıkaran Ercan Arıklı'nın sekreterliğini yapmaya başlıyor. Demek ki okullar okumak gazetecilik için çok da gerekli bir şey değilmiş... Becerikli ve iş bitiren, zeki bir kadın olduğu net Ayşe kızımızın... Ayrıca da tüm yaşamına baktığınızda doğru zamanda, doğru yerde, doğru ilişkileri, doğru şekilde yönettiği de ortada... Sonraları Aktüel ve Tempo dergilerinde çalışıyor.  Ve sonra Hürriyet... Benim kendisini fark ettiğim dönem bu... Akıcı, devrik cümlelerle özgür bir dille yazılmış köşe yazıları dönemi... İlk okumaya başladığımda “devrik yazıyorsun gazeteci böyle yazmaz diyen gazeteci abimin kulaklarını çınlatmıştım”… O yıllarda tam da Türk kadınına empoze edilmeye çalışılan "özgür kız" kavramına hizmet eden bir genç kadındı gördüğüm... Gazetede magazin dergisi anlayışıyla yazılan köşe yazıları... Çünkü bunlar okunuyordu… Ki sonrasında kendisine öykünen onlarca ablamız türedi… Kendi çalıştığı gazetede bile, İzmir'de de bu rüzgârla iş yapan güzel kızlarımız oldu... Hala da ayak izlerinden yürüyen bir sürü tarz sarışın abla köşe yazarlığı yapmakta buralarda... Röportaj aşamasına ne vakit geçildi bilmiyorum. Ama keyifle okuduğum röportajlar olduğunu da hatırlıyorum. Her ne kadar yırtmaçlar, kilo sorunu, sevgili, sonra eş / aşk / sevgili sızlanmaları beni hiç ilgilendirmediyse de çok iyi bildiğim üzere üstüne hoş bir kadın fotoğrafı koyduğunuz her haber gazetede okunuyordu... Ayşe kızımız da bu malzemelerin hepsini başarıyla kullanıyordu… Hala da kullanıyor… Hiçbir fotoğrafı yok ki bacakları kapalı olsun… Bana saçma geliyor ama demek ki o ve hayranları arasında bir karşılıklılık durumu söz konusu… Yani Aydın Doğan gibi bir zihniyetten ne beklemek gerekiyordu ki…
Ayrıca gündemi takip eden röportajlar, tam yerine gelen sivri çıkışlar ile hem çalıştığı gazeteye tiraj yaptırdığı hem de kendi halkla ilişkilerini gayet başarılı yürüttüğü bunca senedir hala ortamda olmasından da belli değil mi?
Çok değerli bir ailenin gelini olarak, çok beyefendi bir adamla bir evlilik yaparak, çok hoş bir genç kız yetiştirerek kendi adına da gayet dışarıdan başarılı görünen bir hayat oluşturduğu ortada... Şu Hindistan'da yaşama kısmı kendisinin hayatının en kıskandığım kısmı açıkçası... Benim burada 20 liraya mal ettiğim Hindistan’dan gelen “Rudraksha” (Hindistan, Nepal, Katmandu ve civarında yetişen bir ağacın tohumu) kolyeleri de yaparak “Sakajewa” adını verdiği iyilik kolyelerini de ciddi fiyatlara yardım için sattığını okuyorum…
Şimdi birileri haberi patlatmış... Röportajlar için para alıyor diye... Yani? Şimdi buna ne tepki vermeliyiz…  
Gazetelerin durumları ortada... Muhtemelen ona bugün geldiği noktada talep edeceği maaşı (!) verebilmek mümkün değildir... Ve muhtemelen kendi kazancını bu yazıları yazarak kendi yaratmaktadır. Onun röportajında, yanında, sayfasında olarak kendi prestijini, reytingini arttırma derdinde olan ünlülerin ödedi paralar şahsımı hiç ilgilendirmiyor açıkçası...
Ayrıca hepimiz biliriz ki çoğu magazin muhabiri haberi çıkarmak için para alır... Almaz mı? Asla diyen olursa, valla isim yazarım... Üstelik de bunu gittikleri sosyetik toplantılarda bile yapanlar vardır.  
Ama asıl sorun bugün ülkede gazeteciliğin artık yapılamayan bir şey olmasıdır. Ayşe kızımızın gazetecilik ödülleri alması, (1989 yılında Cumhuriyet Gazetesi “Bülent Dikmener” Ödülü, aldığı ilk ödüldür ayrıca... Yani Cumhuriyet gazetesinden almıştır ilk ödülünü) bilmem kaç tane kitabının basılması, satılması bu düzenin normalidir. Hiç birini okumadım o sebeple ne yazar bilmiyorum. Ama talep varsa, her ünlü insan bir kitap çıkarıveriyor biliyorum... Satılıyor da valla... Muhtemelen okunmuyor ama rafa konuluyor...
Ayrıca şu kitap işi hiç sıkıntı değil artık, çünkü zaten parasını veren herkes bir yayın evinden içinde hiçbir şey yazmayan bir kitap bastırarak yazarım, şairim, gazeteci yazarım diye dolaşabilmektedir… Bana neden bir kitabın yok diye soranlara da cevap olsun... Bir gün olursa emin olun bu benim yayın evine para verip bastırdığım bir kitap olmayacak...
Gazeteciliğe gelince bunca yazmama, bir sürü şey yapmama rağmen hiçbir gün ekmeğini yiyemedim bu mesleğin... Ekmeğimi hep başka işlerden çıkarmaya çalıştım.
Maalesef bu ülke de her iş kolunda ilişkilerle yürüyen bir ağ vardır. Sanat yapılan kurumlarda bile... Opera& Bale gibi salt yeteneğe bağlı ortamlarda bile alınan rol, kadro ilişkilerle oluyorsa denecek bir şey yoktur…
O sebeple niye kızıyoruz Ayşe ablaya başarılı, özgür, trend Türk kadınının tipik temsilcisidir kendisi... O da bu duruşuyla bir ortamı mutlu etmektedir. Bu ticarettir... Zaten gazetecilikte artık ticarettir...
E ticarette parayla yapılır elbette... Armutla değil...
BASIN AHLAK YASASI MI?
Güldürmeyin adamı... KÖTÜ TÜCCARLAR bunlar...
Gerçek gazeteciler ortamı terk edeli çok oldu…
#ayşearman #basınahlakyasası #gazetecilik 


1 Ağustos 2018 Çarşamba

EV DEDİĞİN YÜREĞİNDİR





“ev...
iyi kötü herkesin bir evi vardır.
ama, ev ahengini gerçek lezzetiyle yaşayabilmişler, o kadar azdır ki...
o yüzden de, gençken kaçıp kurtulmak isteriz evden...
sonra gönlümüzcesini kurmaya çalışır; genellikle de başaramayız...”
Der Çetin Altan…

Hemen her genç gibi evlerin bana dar geldiği zamanlar yaşadım elbette bende… Analı, babalı, kardeşli evimde ondan bundan sıkıldığım, kıymetini bilemediğim zamanları elbette hatırlıyorum.  O güzelim konforun bir anda yok olduğu zamanlarda bir de onca yılımı aile olarak geçirdiğimiz evden ayrılmak zorunda kaldım… Bu ayrılışla her ne kadar doğduğum eve geri dönmüş olsam da kendimi asla o eve ait hissetmedim. Nerede oturacağına,  hangi saatte evin neresinde duracağına başkasının karar verdiği yer evin değildir, zaten olmaz da…

Sonra aldım başımı gittim.  Babamı, evimi, huzuru kaybetmek bana fazla geldi… Üç yıla yakın evim hiçbir yerdi…  Ben neredeysem evim oradaydı…  Ev uyunan yerdi.  Küçücük odalarda kaldım, bir sürü insanla ev, oda paylaştım… Penceresiz odalarda uyudum… Güvenli hissetmediğim için bayılana kadar uykusuz kaldığım zamanlar oldu… Bugün o yıllardan hediyedir kolay kolay bir yerde kalamamam… Otel odaları hariç… Yani balkonlu otel odaları hariç… Onlarda nefes alabilirim.  En yakınım bile olsanız size misafir olduğumda bana verdiğiniz en konforlu odada bile kalamam. Mümkünse salonda divanda yatarım. Bunun uygun olamayacağı yerlerde kalmam… Kendi evimde bile sanırım yüzyıldır salonda yaşarım… Benim için olası en ideal evler üst katlarda, geniş camlı evlerdir… Tek hayalimde tavanı cam bir evde yaşamaktır.

Çocuğum olduğunda, evlendiğimde yani kendime ait bir evim olduğu zamanlarda bu durum geçmişti…  Hatta çok da evimin dışında olmayı istemiyordum.  İşte o sebeple pek severim üstte paylaştığım yazıyı…

“sonra gönlümüzcesini kurmaya çalışır; genellikle de başaramayız...”
Dediği yerde incecik çizilir yüreğim… Netice de bir başarı öyküsü değildir.  Ama her değiştiğinde, her seferinde az buçuk parayla döşediğimde, çuvaldan perdelerimde, eskiciden alınmış takımlarımda, rengârenk duvarlarımdan, geçmişten bugüne bir sürü anı taşıyan aksesuarlarımda hep Emine’dir.

Ev her köşesine sizin elinizin değdiği, düzenine sizin karar verdiğiniz, temizliğini yaptığınızda gururlandığınız, istediğinize giriş hakkı verip istemediğinizi dışarda uzakta bırakıp içine kaçabildiğiniz, sizi üzmüş, sevmediğiniz insanların eşiğinden adım atamadığı, sessizliğinden ürkmediğiniz, karanlığında kaybolmadığınız, kendinizi yabancı hissetmediğiniz, elinizi bir yere atarken hata mı yapıyorum demediğiniz, özel hayatınıza sahip olmanın en temel gereksinimi dört duvarınızdır…
Sizdir. Ruhunuzdur.  Tüm dünyayı geride bırakıp içine girdiğinizde nefes alacağınız yerdir.  Duvarlarındaki resimler, komodindeki bir örtü, raftan aldığınız bir bardak bütün anılarınızdır.

Boşandığımda aslında tek kriterim vardı. İşten eve gelirken duyduğum huzursuzluğun bitmesi… Bir evin güven alanınız olup olmamasının tek yolu orada kendinizi rahatsız hissetmemenizdir.

Bugün buradan sevgili asi ergenliğime seslenmek istiyorum. Ne salakmışsın sen kuzum!  Deli gibi özlüyorum şimdi çocukluğumun geçtiği o iki katlı evi, odamı… Kocaman kütüphanemi… Masa başında hep birlikte yenen yemekleri… Odamı, odamın duvarlarında ki sayısız poster ve fotoğrafı… Evimde kitaplığın bir fazlalık değil bir gereklilik olduğu zamanları… Ev dediğinin aslında “aile” olduğu yılları… Babamın varlığına duyduğum güveni… Annemin kapıyı nasılsa açacağını bilerek hiç anahtar kullanmadığım zamanları… Hala annemin evine anahtarım olmasına rağmen içerde o varsa kapıyı çalar girerim… Oysa şimdi herkesin bir anahtarı var evlerde… Ve eve geldiğinde kimse kimseye hoş geldin demek zorunda hissetmiyor.  Yemekler elde tabaklarda atıştırılıyor.  Herkes bilgisayara ya da telefona kafasını gömüyor…   

Bir yerde okumuştum kimin bilmiyorum…
“siz kapısından içeri girdiğinizde size 'karnın aç mı?' diye sorulan yer evinizdir.” Yazıyordu…  

İnsanlar evlerine benzer mi? Ben benzeyenlerdenim… Bana muhteşem bir ev vermenize gerek yoktur.  Çünkü ben kusursuz, düzgün ve köşeli değilim…  Benim ucum bucağım hep sarçıklı, püsküllü… Ben buyum… Siyah giyen, renkleri seven, rengârenk bir karmaşadan huzur duyanlardanım… Hayatım boyunca etrafımda ki herkesin bundan rahatsız olması, eleştirmesi kocaman yalnızlığımın bir parçasıdır.

O kocaman kulelerde, kutu evlerde, kusursuz donanımlarla, her şeyi uzaktan kumandaların idare ettiği gri yaşamlara hiç özenmedim ben…  İçlerinde bin bir mutsuzluğun yaşandığı pahalı evleri hiç sevmedim.  Bir evin bilmem kaçıncı katına acaba asansörde kalır mıyım diye çıkmayı hiç istemedim…

Ezcümle; Şekerden evlerim oldu tadına doyamadığım, bir çay içimlik uğradıklarım oldu, kaçıp sığındıklarım oldu, kaçıp kurtulduklarım oldu, başımı huzurla dayayıp bir kenarında uyuduklarım oldu...  Ama yine bir yerde yollara döndüm…

Bu yüzden küçük sihirli ayakkabılarım evim yerine başka yerlere götürüyor hep beni…

"EV, ANLAŞILDIĞIN YERDİR ."
Bak bunu kimin dediğini biliyorum… GARFİELD…

25 Haziran 2018 Pazartesi

ÖĞRENMİYECEĞİM ÇARESİZLİK!



“Öğrenilmiş çaresizlik, kişinin herhangi bir durumda çok sayıda başarısızlığa uğrayarak, bir şey yapsa da hiçbir şeyin değişmeyeceğini, olayların kendi kontrolünde olmadığını, o konuda bir daha asla başarıya ulaşamayacağını düşünüp, bir daha deneme cesaretini kaybetmesidir.
Öğrenilmiş çaresizlik, geçmişteki acı deneyimlerden çıkarılan negatif şartlanmaların bugünkü davranışları belirlemesidir.”
Martin Seligman’ın “Kaçış grubu”, “Boyunduruk grubu” ve “Kontrol grubu” adı altında üç gruba ayrılmış 24 köpek ile yaptığı deneyle ortaya koyduğu teoridir. Kabaca şöyledir deney;
Kaçış grubundaki köpeklerin ayaklarına elektrik şoku verilmiştir. Odada bulunan bir paneldeki butona basarak elektrik akımını kesmek mümkündür. Bu gruptaki köpekler, kısa süre içerisinde butona basmayı öğrenmiş ve şokun süresini azaltmışlardır.
Boyunduruk grubundaki köpeklere de aynı şok uygulanmıştır. Ancak bu gruptaki köpekler, butona bassalar dahi akım kesilmeyecek biçimde ayarlanmıştır. Önce köpekler butona basmayı denemişler fakat belli deneme sonunda denemekten vazgeçmişlerdir.
Kontrol grubundaki köpekler de benzer odadadır fakat onlara elektrik şoku verilmemektedir.
Öğrenme sürecinden sonra köpeklerin hepsi toparlanıp, kısa bir çit ile iki bölmeye ayrılmış bir alana götürülmüş ve köpeklerin hepsine elektrik şoku verip, çitten karşıya atlamaları beklenmiştir.
Yapılan 10 denemenin sonucunda durum şudur;
Boyunduruk grubundaki 8 köpeğin 6'sı hiç bir şekilde çitin karşısına atlamamıştır.
Kaçış ve Kontrol grubundaki köpekler ise, çitin karşı tarafına atlamışlardır.
Aradan bir hafta geçtikten sonra, köpekler yine bu çitle ayrılmış alana getirilmişler. Deney tekrarlanmıştır ve Boyunduruk grubundaki 8 köpeğin 5'i, tepkisiz kalmış ve çiti geçmek için eylem yapmamıştır.
Yani özetle bu sonuca şöyle bakabiliriz… Öğretilmiş çaresizlik görünmeyen prangalardır…
Ya da şöyle bakabiliriz… Ne kadar öğretirsen öğret, 8 köpeğin üçü öğrenmez…
Ben öğrenmeyen köpeklerden biriyim…
VAZGEÇMEYİ, BİTTİ KELİMESİNİ, YENİLDİM DEMEYİ, DEPRESYONA GİRMEYİ HİÇ SEVMEM…
ÇÜNKÜ BU MEMLEKETİ BUNU ÖĞRENMEYEN BİRİLERİ KURTARDI…
Faşizan yönetim ve kişiliklerin, büyük devletlerin kendi yurttaşları üzerinde uyguladıkları yöntem budur. Kişiler başlarına gelenlerden kurtulamadıklarını anladıklarından sonra onlara şans versenizde kaçmamakta ya da bu durumu değiştirecek hareketlerde bulunmamaktadırlar. Bu genelde başarılı bir yöntemdir. Çünkü insanlar bu tür devlet teröründen sonra bu terör yok olsa ya da yok edilme ihtimali doğsa da üzerlerine serpilmiş atalet duygusundan çok zor kurtulmuşlardır…
Devasa süper egolar karşısında atıl kalmak çok benim yapabildiğim bir şey değildir…
“- Artık ne yapılır ki, işte olanları görüyorsunuz.
- Biz ne yapsak olmuyor, hep onlar kazanıyor.
- Bizden bir şey olmaz. Biz yapamıyoruz.”
Çünkü insan, kafese kapatılmış deney hayvanından çok farklı bir canlıdır.
Bu topluma yüzyıllar boyunca "öğrenilmiş çaresizlik" aktarılmıştır.
Din için "kul", üst için "köle" olmak öğütlenmiştir.
Bu toplumun insanı yaşamına kendi iradesinin yön verebileceğine özünde inanmaz.
Her şeyini kaderin belirleyeceğine inanır ve kabullenir.
KANIMCA ATATÜRK’ÜN ASIL MÜCADELESİ BU ÜLKENİN İNSANINI BİREY YAPMAKTI…
"Bir şeyin imkânsız olduğuna inanırsanız, aklınız bunun neden imkânsız olduğunu size ispatlamak üzere çalışmaya başlar. Ama bir şeyi yapabileceğinize inandığınızda, gerçekten inandığınızda, aklınız yapmak üzere çözümler bulma konusunda size yardım etmek için çalışmaya başlar."
ASLA PES ETMEMEK BİR SEÇİMDİR… ASLA VAZGEÇMEMEK… KANININ SON DAMLASINA KADAR İNANDIĞIN ŞEYLER İÇİN MÜCADELE ETMEK…
MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’e de eminim birileri;
“-bırak abi, sen mi kurtaracan memleketi demiştir…”
BU GECE BEN ŞUNU ANLADIM DÜNYA VAZGEÇSE BEN VATANIMI KİMSENİN ELİNE BIRAKMAM… DAHA ÇOK ÇALIŞMAK LAZIM DEMEK Kİ… DAHA ÇOK MÜCADELE… DAHA ÖRGÜTLÜ MÜCADELE…
BUGÜN BEN ÜÇ KÖPEKTEN BİRİ OLMAYI SEÇİYORUM…

ZATEN KAYBEDİYORSAK VE DURUM BUYSA KAYBETMEKTEN KORKMAYA GEREK YOK Kİ!
ÖĞRETEMESİNLER BİZE ÇARESİZLİĞİ…
UNUTMAMAK LAZIM…
“ haklısın abi ben mi kurtaracam”
 Deseydi zaten MEMLEKETİM olmazdı…
“UMUTSUZ DURUMLAR YOKTUR, UMUTSUZ İNSANLAR VARDIR.
BEN HİÇBİR ZAMAN UMUDUMU YİTİRMEDİM.”
MUSTAFA KEMAL ATATÜRK






2 Nisan 2018 Pazartesi

ZAMANIN ESKİSİ

Zamanın eskisi
Geçmiş; geçmesi hep dilenen lakin bizi terk ettiği an asla gelmeyen olgudur.
Hani hafıza-ı beşer nisyan ile malul idi, neden bakılan herşey, buruna dolan her koku, tanıdık-tanımadık her ses gelecekle değil de maziyle dolu? Hayallerin de hayal kırıklıklarının da tüm referansları neden geçmişe? Yoksa gerçekten var olan tek şey geçmiş mi?
Bir soru: hangi “geçmiş” ?
20 sene öncesini bundan 10 sene önceki algılayışımla bugünkü algılayışım arasındaki fark, geçmişi bugünden kurulan bir nesneler ağı yapar. Bu noktada diyalektiğin nasıl çalıştığını bulabilirsek bu diyalektik kendini an ‘da parçalayabilir.
"geçmiş, her anlattığımızda kılık değiştiren bir uydurmadır. Kulaktan kulağa oyununa benzer. Yaşanmış, geçip gitmiş zaman her aktarmada bir parçasını kaybeder, değişir, sonunda hiç kimsenin aslını tam hatırlayamadığı bir hikâyeye dönüşür."
Geçmiş bugünü, bugün geçmişi belirler.
Bir soru da şudur: bundan 1 dakika öncesi nerededir?
Dündür. Bugünün sebebidir. "keşke"lerle "iyi ki"lerin barınağıdır.
"anlayana sivrisinek saz anlamayana davul zurna az"dır.
Derstir. Tarihtir, tekerrürden ibarettir.
Anılardır. Hayallerin temelidir.
Bir orkestra tek tek enstrümanların toplamı değildir. Bütün, parçaların toplamından farklı ve fazladır. Geçmiş ve gelecek de anların toplamından fazlasını ifade eder bu yüzden.
"geçmişin geçmiş olması için zamanın geçmesi yetmez." der Amin Maalouf
Bende diyorum ki; uzun uzadıya seyre dalmaktansa bir elmayı ortasından ikiye kesip yarımlardan birisini boş ele almak lazımdır…
"şimdi kendime bir hikâye anlatacağım ve artık sadece buna inanacağım. Çünkü ne zaman dönüp baksam geçmişe görüyorum ki yine değişmiş. Ya bir coğrafya eksilmiş ya da bir tarih eklenmiş. Hiçbir şey yerinde durmuyor bu hayatta. Hiçbiri memnun değil yerinden. Belki de hiçbir şeyin yeri yok aslında. Onun için sığmıyorlar bıraktığın çukurlara. Hâlbuki sırf onlar için, boylarını ölçüp de ona göre kazmışsın. Ama hiçbir halta yaramıyor! Hepsi de gözünü kırpmanı bekliyor. Kaçıp gitmek için. Ya da yer değiştirip seni delirtmek için. Özellikle de geçmişin."
"insanın yaşayabilmesi için geçmişi kırıp dökmeye ve ortadan kaldırmaya bir gücü olması ve bunu zaman zaman uygulaması gerekiyor" (Nietzsche)
Geçmiş, gelsene bişi sevcem birazcık senden…
Şöyle bir ardıma bakıyorum ve geçmişimin gözlerinden hasretle öpüyorum….

30 Mart 2018 Cuma

TÜRKİYE'de KADIN OLMAK!

Tüm diğer konulara girmeden "pembe renkli (aslında o renk pembe bile olmayan kavuniçimsi birşey) bir kimliğe sahip olmaktır. Yani memelerinize rağmen, yüzünüze, gözünüze, bedeninize, ifadenize rağmen anlaşılmaz belki diye renkle vurgulanmış bir kadınlıktır... Rolün daha burada bellidir. Pembesindir...
Bir tek pembe kıyafetim yok benim... çocukken isteğim dışında ne giydirdiler bilmem ama kendimi bildim bileli zaten renkli giyinmeyi sevmem, pembeyi hiç sevmem... Belki severdim üstüne bu "cici" prenses kadınlık durumu yapıştırılmış olmasaydı... Barbie bebek ruh halini kapsamasa...
Hayatım boyunca kendimi hiç gelinlikle hayal etmedim ben. Zaten giymedim de... Siyah bir elbiseyle evlendim. Yıllarca gelinlik dikilen bir yerde çalıştım. Gelinleri giydirdim. Çoğunu ölesiye dövesim geldi... O elbiseye yükledikleri onca anlamın kendilerine diretilen bir duruş olduğunu anlamadıkları için, o kabarık, bir ev bütçesinden fazla para verdikleri kumaş parçası için ağlayanını, ortalıkta terör estirenini gördüm... Kadın olarak çok utandım onlardan...
Hayatım boyunca kendime asla güvenilir kanatlarının altına sığınabileceğim bir erkek arkası kovuşlandırmadım. Arkama saklananları oldu... Beni başka yerlerden mesela yüreğimden vurarak gücümü sınayanlar oldu. Ama hiçbir erkeğin gücü önünde, parası önünde başım eğilmedi. Dedim ki beni yola getirmenin tek yolu sevmek... Sevmeyen gitsin bulaşmasın...
Oğlum dahil olmak üzere hiçbir erkeğin "ben erkeğim yaparım dediği " cümlenin destekçisi olmadım. Patron olup, üst olup önce kadınlığımı gören kimsenin yanında durmadım...
"Fazla" gerçekçi bulundum. Özellikle kadınlar tarafından... Erkeklerin bunu "istemem yan cebime koy" olarak algıladığını anladığım gün "aptallık cahillikle alakalı değildir" diye düşündüm...
Mahallede top oynamak isterken, oğlanlar seni oyuna almadığında; bisiklete binmek istediğinde "o beceremez" dendiğinde, annen sokakta oyun oynamaya bile seni süslü püslü çıkarırken fark ettirmeden başlar kadın olmak. Küfretmeye başladığında "kadınlar küfretmez" derler... Biraz söze girdin mi, güldün mü sesli sesli "ağır ol molla desinler" diye uyarırlar... Büyürken ama daha çocukken çok güzel kıvrımlı bak, beli var bacakları şekilli dendiğinde anlarsın ki bedeninin güzel olma zorunluluğu var... Kilo aldığında sınıfta kalmışsındır güzellikten...Ama yüzü güzel olursun... Maazallah olmazsa ne olurdu diye düşünürsün...
Yıllarca araba kullanamayacağını söyler herkes... Çünkü bu ülke de kadın olmak teknik konularda yetersiz olduğunun varsayılmasıdır. Bisikleti bile doğru dürüst kullanamazdı derler... Kocanın yan koltuğuna pek yakıştırırlar seni...( Kayınvaliden, kayınbaban, kayınbiraderin ya da başka bir erkek yanınızda değilken tabii, onlar varsa yerini saygıyla terk edersin) Sonra bir gün bilmem kaç yıllık hiç tecrübesi olmayan ehliyetinle bir gece aniden yaparım lan deyip kendini trafiğe atarsın. Çıkmadan önce bir arkadaşını arayıp sormuşsundur. Bu canına yandığım araba nasıl çalışıyordu lan, diye... O derece delirmişsindir "yapamazsın"lara... Sonra herkes iltifat eder "valla çok güzel araba kullanıyorsun "erkek gibi" diye...
Hayatında erkek gibi araba kullanmak nedir bilmen mümkün değildir. Çünkü trafikte o derece kaba, hak yiyici değilsindir. Mesela gece vakti direksiyonda erkek var diye yan arabaya hiç sarkıntılık yapmak aklına gelmez... Gece vakti şehirler arası yolda araba kullanırken can güvenliğini erkek şoförler yüzünden sorgulamak zorunda kalmayan bir erkek değilsindir. Bir gün öyle beynin döner ki, trafikteki tüm erkeklere öfkeni seni habire rahatsız eden yan arabadaki şoförü tek direksiyon darbesiyle şarampole atarak dindirirsin... Muhtemelen bir daha hiç bir kadın şoförü taciz etmez ukala...
Daha boyun bir kırk iken, okula giderken otobüste hayatının ilk fortçusuyla tanışırsın. Önce rahatsız olursun. Bunu evde anlatamayacağını bilirsin... Çünkü "ufak tefek bir kız çocuğu olduğun için izin verilmeyen toplu taşıma binmek" için daha yeni izin çıkmıştır. Ama buna razı gelmezsin... Koca bir iğne ile binersin her gün aynı saatte otobüse, sonunda o sana metrelerce uzun gelen zayıf genç adamın kalçasına sokarsın koca iğneyi... O gün korkmamayı öğrenirsin. Sen korkmazsın ama bu ülkede kadına evinde başlar cinsel istismar... Üstelikte bir çok evde analar örter üstünü... Eller duymasın diye...
Ne babandan, ne kardeşinden, ne oğlundan, ne kocandan, ne sevgilinden, ne iş verenden, ne üstten korkmazsın... Dayakla, engellemekle, aldatmakla, aşağılamakla korkutamazlar seni... Kırarlar ama sindiremezler seni...
Bu ülkede kadın olmak gidemezsin, giyemezsin, sen bilmezsindir.
Aşk hayatı ayrı bir sorundur bu ülkede kadının. Dini ve geleneksel normlarca, aşkı tam anlamıyla yaşaması çoktan yasaklanmış, yaşamaya kalkanlar tu kaka yakıştırmalarıyla karşı karşıya bırakılmıştır çoğu yerde... Erkek için az kadınla birlikte olmak ayıptır... Sana sorar birlikte olduğun erkek "benden önce kaç kişi oldu" diye bu ülkede.. Bu erkekler, bu ülkenin cinsellik konusunda baskıları aşmış, kadını bekaretle sınırlandırmayan erkeğidir üstelik... Ama akıl hep orada bir yerde takılıdır... En hazımlısı (!) bile bilmek istemez... Ayrıca hazımlıysa az erkektir zaten.. Hiç düşünmezler bu durum aslında onlara da saldırıdır diye...
Kadın belli bir yaşa geldikten sonra çevresince çeşitli evlendirme baskı ve politikaları beklemektedir kapıların ardında. En okumuşlar da bile...
Beraber olduğunuz erkeğe göre, onun ailesine göre şekil almanız beklenir. Eğer yolunda gitmeyen bir şeyler varsa, boşanmak da zorlu bir süreçtir kadın için. Yakın çevresi dahil her türlü çevre çeşitli söylemler benimsemiştir konuyla ilgili. Evlilik kutsaldır ne de olsa, insanın kocası döver de sever de, gider başka kadınlarla da yatar ve tüm bunlara katlanmak Türk kadını için erdemdir ne de olsa. Çocuklarını düşünmelidir hem. Yalnız bir anne olarak çocuk yetiştirmek de ayrı bir zorluktur ayrıca. Tüm bu paragraf okumuş, iş güç sahibi kadınlar içinde aynen geçerlidir...
Böyle gider bu. Zordur yani Türkiye'mde kadın olmak. Zorludur. ancak yalnızca Türkiye'de değil, geleneklerden kurtulmayı başaramayan, geleneklerin gündelik hayata yön verdiği pek çok yerde böyledir bu. Kadının ikincil varlık olma durumu sadece bu ülke için değil Dünya için sorundur aslında...
En büyük şansındır sana kızsın sen böyle yapmak zorundasın demeyen annen... İlk regl olduğunda annen sana vurmaz mesela, tüm baskılara rağmen sana çeyizler düzmez, okumana, başka bir şehre tek başına gidip çalışmana izin verir... Erkek arkadaşın olduğunda tüm doğruları şaşar ama seni üzmez... Ondan çok farklı olmana, onun cesaret etmediği şeyleri yapmana izin verir... Bir gün evlenmeden gelip "ben hamileyim, bu çocuğu doğuracağım ve babasına çok kırgınım, istemiyorum onu" dediğinde "zor olur be kızım der" sana... Uyur, uyanır sana der ki "üzülme bak bir ev tutarız, benim emekli maaşım var sende bebek ortaya çıkınca çalışırsın, kimse birşey diyemez..." o güzel yüreğinden öpersin ananı... Ve sonra, ve hala hep yanında olur... Evliyken,boşanırken, boşandığında, sevgilin olduğunda... Sırasıyla tüm erkeklerden boyunun ölçüsünü alırken... O sebeple kadının kadına destek olmadığı bir dünyanın kadın için daha korkunç olduğunu bilirsin...
Bu ülkede iki yolu vardır kadının. Birincisi tüm güdülerini bir kenara kaldırıp gelenekler ve toplumsal değerler çerçevesinde huzurluca yaşamak. İkincisi aykırı olmayı, farkında olmayı, kadın olmayı önüne katıp, başağrılarıyla boğuşmak.
Türkiye'mde kadın olmak aslında kendin olamamaktır. Değer gördüğünü, şanslı ve güçlü olduğunu sandığın zamanlarda bile aslında hiç biri olamamaktır. Evlenene kadar babanın kızı, evlendikten sonra kocanın karısı, doğurduktan sonra oğlunun anası olmaktır. Hep yönetilmeye başkaldırdığın zaman kötü olmak, itilmektir. Asla gerçek bir cinsel hayat yaşayamamaktır. Evliysen kocadan, değilsen etrafındaki tüm erkeklerden cinsel obje muamelesi görmektir. Çoğu zaman gönlünce sevememek, sevişememektir. En güzel zamanlarda bile bir yandan hep mutsuz olmaktır. Yıllarca aile, eş, çevre baskısı gören kadınlara acıyıp yardımcı olmaya çalışırken bile bir zaman gelip aslında onlardan çok da farklı olmadığını anlamaktır.
Bugün bu ülkede kadına geçmişten bugüne kadar zorla elde edebildiği hakları da korumak gibi bir görevde düşmektedir. Çünkü bu ülkede kadın olmak Fransa'daki kadınlardan daha önce seçme ve seçilme hakkında sahip olup, bugün hakların elinden giderken... Tacizler, tecavüzler, haksızlıklar artarken bazı kadınların hala durumu kavramayıp konuşup durmasıdır.

5 Şubat 2018 Pazartesi

PERFETTİ SCONOSCİUTİ / CEBİMDEKİ UYARLAMA



Perfetti Sconosciuti / Cebimdeki Uyarlama

Paolo Penovese imzalı 2016 yılı David di Donatello ödüllerinde 'en iyi film' ödülünü almış İtalyan filmi. Neredeyse tek mekanda geçiyor, yani tiyatro oyunu olsa çok rahat uyarlanır. Evli, nişanlı çiftler ve sevgilisini evde bırakmış bir adamdan oluşan bir arkadaş topluluğu bir evde yemek için toplanırlar. İçlerinden birisinin muzurluğu ile bir oyuna başlarlar, buna göre masadaki herkes telefonunu ortaya koyacak ve mesaj, arama her ne gelirse oradakilerle paylaşacaktır. Evlilik, orta yaş krizi, çocuk sahibi olma, cinsel kimlik, sadakat ve daha birçok mevzu gündeme gelir ve hayatlar tepetaklak olur ya da öyle midir acaba? Aslında film kurnaz sonuyla seyirciye sağlam bir tokat atar ki filmin, orta sınıfın ikiyüzlülüğüne dair mesajı daha vurgulu bir şekilde kendini belli eder. İsminden de anlaşılabileceği üzere (MÜKEMMEL YABANCI) o masada bir araya gelen arkadaşlar ve eşler birbirlerine birbirlerine aslında tamamen yabancıdırlar.

YANİ;

CEBİMDEKİ YABANCI...

Uyarlamaya diyeceğim birşey yok... Ama yüzyılın keşfini yapmış gibi pazarlanmasına demek istediğim bir şeyler var...
Ben yerlisini seyrettim... Yavan geldi... Kişilikler havada geldi... Ama siz bir ara İtalyan olanı izleyin... Benim anlamadığım şu kaç tane metin yazarı, öykü yazarı tanıyorum yazdıkları senaryolar hiçbir yayıncı tarafından ciddiye alınmayan, okunmadan atılan. bu kadar zor mu gerçekten orijinal bir film senaryosu bulmak? Ya da ne bileyim Serra Yılmaz ilk filmini yönetecek madem neden özgün birşey değil... Ferzan Özpetek ne düşünmüş ki? Bunu bize uyarlarız biraz da komikleştiririz tutar mı? Bu arada Berçim Bilgin sanırım sadece bana çok kötü geliyor... Ki bunca yılın Ferzan Özpetek'i ve İnsanlığı bir yana bunca yılın oyuncusu Serra Yılmaz'ı bunu göremiyorlar. Daha iyi bilecek değilim ya...Filme dair bence güzel olan tek şey Çağlar Çorumlu... Her seyrettiğim filmde biraz daha beğeniyorum... Hoş kadroya bakınca zaten zaten oyuncu olarak öne çıkması gayet normal... Yakışıklılık ve güzellik yetmiyor bazen... Bir sıkıntı da oyuncuların bu derece fiziksel benzetmeye kurban edilmesi...

Bir yerde okumuştum bir film eleştirmeni yazmıştı...
"film sadece - iyi bir fikir- ile çekilmemeli."


Ham, yavan, az pişmiş, çiğ vb... ne denirse...