1 Şubat 2015 Pazar

EVLAT...


"Çocuğum, oğlum/kızım, canımın içi, gözümün nuru, hayatın anlamı… O iyiyse herşey yolundadır, değilse iyi olmasını sağlamak için herşeyi yaparım." dediğimiz şey… Önce bebek, sonra çocuk…sonra evlat…

Evlat…

25 yıl önce emziğini ağzına denk getiremezken, 25 yıl sonra sizinle dalga geçen en değerlinizdir...

Ebeveynlerinizin nezdinde “evlat” olmuşsanız eğer her zaman minik bir kırılganlığı taşır, içlerindeki ince sızı olursunuz. Kaç yaşına gelirseniz gelin, hayatınızı en iyi şekilde idare ettirseniz bile sessizdeki en ufak çatlaklık, gözünüzdeki hüzün ebeveynlerinizi üzer. Bir şey söylemeseler bile akıllarına düşer, gizliden gizliye sizi kollamak, iyi olup olmadığınızı öğrenmek isterler. Sevgilerin en kırılganı, en sakini, en yoğunu ama çoğu zaman en özgürüdür evlat sevgisi... Yani öyle olmalıdır.

Halil Cibran der ki;

Çocuklarınız sizin çocuklarınız değil,
Onlar kendi yolunu izleyen Hayat'ın oğulları ve kızları.
Sizin aracılığınızla geldiler ama sizden gelmediler.
Ve sizinle birlikte olsalar da sizin değiller.
Onlara sevginizi verebilirsiniz, düşüncelerinizi değil.
Çünkü onların da kendi düşünceleri vardır.
Bedenlerini tutabilirsiniz, ruhlarını değil.
Çünkü ruhlar yarındadır,
Siz ise yarını düşlerinizde bile göremezsiniz.
Siz onlar gibi olmaya çalışabilirsiniz ama sakın onları
Kendiniz gibi olmaya zorlamayın.
Çünkü hayat geriye dönmez, dünle de bir alışverişi yoktur.
Siz yaysınız, çocuklarınız ise sizden çok ilerilere atılmış oklar.
Okçu, sonsuzluk yolundaki hedefi görür
Ve o yüce gücü ile yayı eğerek okun uzaklara uçmasını sağlar.
Okçunun önünde kıvançla eğilin
Çünkü okçu, uzaklara giden oku sevdiği kadar
Başını dimdik tutarak kalan yayı da sever.

Bunu ilk okuduğumda 17 yaşında idim. Babam henüz yaşıyordu. Annem, babam ve kardeşimle birlikte mutlu bir evde yaşıyordum. Üniversiteye yeni başlamıştım. Aileler ile çok sorun yaşanan yaşlardı. Bu yaşlar şimdilerde 12-13 ama biz ancak lise bittikten sonra aileye ters gelecek şeyler yapacak zamanlarda büyüdük. O yaşa kadar da bazı sorunlarım olmuştur elbette ama 17 yaşında farklı olduğunu fark ettiğim fikirlerim netleşmeye ve evdekilerle takışmaya başlamıştım.

O yaşa kadar sözlerini dinleyen tatlı kızları bir anda hırçın ve huysuz olmuştu. Anlamakta zorlanıyorlardı. Ben de olanca gücümle anlaşılmaz olmakta direniyor, herşeyi zorlaştırıyordum. Yargılandığımı hissettiğim anlarda daha da huysuz ve mutsuz oluyordum. Odama daha fazla kapanıyor, onlarla zaman geçirmediğim için azar işitiyordum.  Odamda sürekli kitap okuyup, yazı yazıyordum… Ve “teyp” dinliyordum… Alan Parsons Project, Pink Floyd, Electric Light Orchestra, Depeche Mode, Scorpions, Fikret Kızılok, Timur Selçuk, Yeni Türkü, Çağdaş Türkü… Odam her şeyimdi…  Duvarlarım tek yer kalmadan poster kaplıydı. İlk başlarda ne yaptın deseler de zamanla bıraktılar oluruna… Birçok arkadaşım odamın duvarlarına imrenirdi çünkü anneler duvarda bant izi kalacak, boya dökülecek diye izin vermezlerdi posterlere… Tüm bu rahatlıklar ve izinler elbette bana yetmezdi. Tam olarak daha ne yapmak istediğimi hatırlamıyorum ama “daha” özgür olmak isterdim.
En büyük derdim gece evde kapalı olmaktı. Daralırdım… Sokakta insanlar yaşarken düzenli evlerde çocuklar odalarına çekilirlerdi o yıllarda… Erkek çocuk olmadığım için üzülürdüm.
Şimdi bu ayrım pek de kalmadı aslında. Ya da gerçekten tutucu mahallelerde var sadece… 
Tüm bu yeni yetme saçmalamalarım geçtiğinde işte o vakit ailemle gerçek çatışmayı yaşamaya başlamıştım.
Sigara içiyordum, erkek arkadaşım vardı… Arkadaşlarım uzun saçlı gitarcı, müzisyen çocuklar, hippi kılıklı kızlar, güzel sanatlar tiyatro, fotoğrafçılık öğrencileri idi. Anne babalar öyle arkadaş sevmezlerdi… Ama benim evlenmek için görücü usulünü bekleyen kız arkadaşlarım olamıyordu. En yakın arkadaşım babamı değilse de kıza benzemez haliyle annemi deli ediyordu. Okul çıkışı Kalyon’a gidiyorduk. Eve giriş saati “babadan önce” idi… Yemekte ailece olmak kuraldı… Sınırları zorluyor, onları üzüyordum. Eve gelen misafirlere bakıp selam vermeden odama dalıyordum. Annemin duymak istemediği şeyleri söylüyordum. Geç kalıyordum. Ama yine de mutluydu arada laf işitiyor, yine şansımı zorluyor sonra yine azarlanıyor, sonra başka bir halt yiyordum... Büyüdüm ulan ben diyordum... Sonra baba gitti bütün düzen dağıldı. Ben de dağıldım… Büyümemiş olduğumu çok acıtarak anlattı yaşam bana... Ama o sağ iken de ben biliyordum ki, odam dağınıkken de ailem tarafından sevilip sayılıyordum, gece eve geç geldiğimde de korunup gözetiliyordum… O gittikten sonra hep bildim ki ben ne yaparsam yapayım annem hep arkamdaydı… Baba gittikten sonra tekrar düzeni bulmak hiç kolay olmadı..

Ve bir gün yaşam tekrar düzene girdi… Evlat yaşama girdi…

“Evlat” yaşamı düzene soktu.  Ben deliyi “anne” yaptı… O deliyi “baba” yaptı… Delilik elbet baki kaldı…  
Ama “evlat”tan evla birşey de olmadıbir daha...

Büyürken yürek ağızda yaşattı beni… Hiçbir şeye şaşırmam, çok şey gördüm derken dumurlardan dumurlara sürüklediği oldu… Yuh ulan nasıl halledicez bunu dediğim oldu… Ama bir şeyi hiç unutmadım.
“ben o değildim… O da ben”  
Ondan ben olmasını, benim gibi düşünmesini istemedikçe daha fazla benim gibi, bizim gibi oldu… Diretmedikçe, onunla inatlaşmadıkça, üstüne gitmedikçe daha evine bağlı oldu… Huysuzluklarında bazen derin “sabır” çektim, bazen “ya sabır” dedim… Ama ona bu yanlış, bunu yaparsan seni affetmem asla demedim…
Çünkü bu, bana da denmedi… En acayip şeyleri yaptığımda, en tuhaf hatalarımda, en huysuz anlarımda ben hep evim olduğunu, bir ailem olduğunu… yaşam da yalnız olmadığımı bildim.
Ona asla hiçbir zaman “seni silerim” demedim… Velev ki yaşamın en büyük hatasını yapsın dünya onu silsin “ben seni silmem” dedim…
O bir evliliğin olmazsa olmazı olarak doğmadı… Ben onu doğurmak istediğim için ona bir yuva verdim… Yaşam büyümek, evlenmek, çoluk çocuğa karışmak, sonra onları büyütüp yaşlanmaktır diretmelerinin hepsine nanik yaptım…

Tamda gönlüme, yüreğime göre bir evlat yetiştirdim. Özgür, esaslı, vicdanlı, sevgi dolu…

Yazının bundan sonrası var… Yaşamın bundan sonrası var… Şimdi o kocaman bir adam… Kendi gibi güzel, hayallerinde ki gibi upuzun kapkara saçlı bir sevdiği var… Upuzun bir yolları var… Şimdi evlatlar bir iken iki oldu… Hikâye devam ediyor…

Evlatlarınıza güvenin derim, bırakın yollarını bulsunlar… Hatalarını yapsınlar, özellerini yaşasınlar… Yaşamı yaşamda öğrensinler… Bir şey olmaz… Evlattır, siz engel koymadıkça yol eve döner…  

Halil Cibran’ı 17 yaşımda okuduğumda ne anladıysam bunu hiç unutmadım oğlumu büyütürken… Kendi egolarım, hırslarım için ondan olmak istemediği biri olmasını hiç istemedim… Onu asla arkasında olmamakla tehdit etmedim… Kendime baktım, ülkeme baktım, dünyaya baktım… En doğrusunu o bulsun dedim… Yanlışlar yaptım, doğrular yaptım… Kendim kusursuz değilim ki dedim… Kimseden kusursuz olmasını beklemedim… Ama evlat için kendi kusurlarımı olabildiğince törpüledim…

Demem o ki;

Evlat, "ben ne biçim bir anneyim?" sorusunun hayat düsturunuz olmasıdır...

Evladın gözlerinin rengi, sizin için yıldızların rengidir. Benim yıldızlarım kahverengi; ama o kadar çakmak çakmak ki gözleriniz kamaşır şavkından, bakamazsınız...

Evlat var olmaktır. Evlat yok olmaktır. Evlat hayatın manasıdır, hayatınızın mana kazanmasıdır...

Evlat, size bunları yazdırandır.

"benim oğlum poyraz gibi, güçlü esendir… Sürükleyip götürendir…  Deniz çocukları bilir, en delikanlı rüzgârdır poyraz... Pek sık göstermez kendini ama esti mi, herkes susar onu dinler. Denizi çarşaf gibi dümdüz eder, dudakları kurutur, yanakları al al eder... Dağların soğuk ve nemsiz havasını getirir çünkü uzaklardan... Lodos ‘un şımarıklığına inat çok asildir, sessiz ve sakince çıkar ortaya sonra hemen gider, fazla ortada olmayı sevmez. Oysa o kadar keskindir ki, demir atmış gemiler bile onun karşısında pozisyonlarını değiştirmek zorunda kalır. Delikanlı, sert ve asildir… Sağlam “evlattır”. İzmir'li bir deli annenin oğluna verebileceği en güzel erkek ismidir... En güzel "baba" ismi de olacaktır...  
Son beş gündür artık çocuk değildir…

POYRAZ'dır... “Evlat”tır…

Bana yaşamın en güzel hediyesidir…