10 Ekim 2019 Perşembe
7 Ocak 2019 Pazartesi
İZMİR'DEN ÇIKTIK YOLA
https://noktahaberyorum.com/malum-pazartesi-hava-soguk-hava-izmirde-bile-soguk-emine-aki.html
Memleketimde sıkıntı büyük… Memleketim derken İzmir’i kastettim aslında. Ulaşamıyoruz. Yani ulaşımımız felce uğratılıyor… Neler oluyor böyle olunca. İş kaybı oluyor… Zaman kaybı oluyor. Güven kaybı oluyor. Ama beklenen oy kaybı olur mu bilmiyorum… Son toplantıda toplanan güruha bakınca taşıma suyla dönen çarktan, hileli oyla alınan şehirden size yar olmaz, zorla güzellik buralarda hiç olmaz diyorum. Yani nice hırslar bu şehre bir şey yapmadı. Elin oğlu bayrak dikti yine olmadı… Bize demokrasi getirecek olanlara kısaca şöyle demeli tecahülüarif ince sanattır.
İzmir biraz rahattır. Söylenir filan ama rahatına düşkündür. Biraz da hırssız bir şehirdir. Şehre saldıranlar hep yabancıdır. Biz bakarız gelene gelirken de giderken de… Çünkü burası gayet aşk meşk dolu bir şehirdir. Aşkın şiir olduğu şehirlerde çok hırs olmaz… Hırsı olan bu şehirde bir süre sonra yok olur gider…
Sıkıntı tarihe dar zamanlarla bakmaktır. Oysa 10-15 yıllar koca tarih için devede diken sürelerdir…
Aslında bir bıraksak kendimizi… Arınsak hırstan, yarışlardan, çekememezliklerden, egolardan çok zor dimi… Çok zor SEVMEK, kendini sevmeyen dünyayı nasıl sevsin… İşte o sebeple dünyayı kendini sevmeyenler yönetiyor… Dışardan bakınca kendinden başkasını sevmez görünen bu insanların asıl sorunu aynadakini bile sevmiyor olmaları aslında… Çünkü yönetme hırsı zaten sevgisizliğin getirisidir…
Akıl fikir diliyorum insanlara Pazartesi ile… Ama olumlu düşünelim öyle olsun… Moda bu…
Takıldım ben bu ara olumlamalara…
Afirmasyon (olumlama) zihnimizde bilinçaltımıza yerleşmiş bazı negatif kalıpların, pozitif kalıplar sayesinde yani olumlamalar aracılığıyla değiştirilmesidir.
Bilinçaltı zihin telkin ve imgeleme yoluyla iknaya açıktır. Bilinçli zihnin aksine sorgulamadan önerileni kabul eder. Tekrarları olumlama olarak kabul eder. Pekiştirir.
Halk lisanında gerçekleşmesini istediğimiz cümleleri tekrarlayıp bunları bilinçaltımıza inandırmaktır…
Lisanı düzeltip negatif cümleler kurmamaktır… Benim için hala sorun yok… Gerçekten de dilde buna çok ihtiyaç var ama kullanımda bir sorun bana göre…
Bir yanlış anlaşılma durumu var sanki…
Halk lisanında gerçekleşmesini istediğimiz cümleleri tekrarlayıp bunları bilinçaltımıza inandırmaktır…
Lisanı düzeltip negatif cümleler kurmamaktır… Benim için hala sorun yok… Gerçekten de dilde buna çok ihtiyaç var ama kullanımda bir sorun bana göre…
Bir yanlış anlaşılma durumu var sanki…
Mesela şimdi ben zenginim deyin. Ne oldu içinizdeki ses haklısın sen zenginsin dedi mi? Yoksa neren zengin borçlar diz boyumu dedi… Problem genelde birçok onaylama bilinçaltı ile çeliştiği için çok kişide çalışmamasıdır. Neden? Çünkü gerçekten inanmadığınız bir şeye kendinizi ikna etmeye çalışılıyor olabilirsiniz.
Bilinç bariyerini saf dışı bırakarak birisine sen değerlisin, kendine sonsuz hürmet duy gibi bir onaylamayı defalarca yaptığınızda ne oluyor peki… Olması gerekeni elbette biliyorum… İnsan kendini değerli hissedecek sonra herşeyi hak ettiğine inanacak, sonra “herşey düzelecek” dünya algımız kadar… bla bla bla…
Ama soru şu sonra ne oluyor… Hazımsız bünyeye bunu verdiğinde ortada bir sürü daha da hasta insan oluyor sanki… Kibir devreye giriyor… Çok kibir… Hadsiz kibir… Aslı bomboş olan insana, hiçbir değere sahip olmayana, herşeyi emanet olana “sevgi, saygı, hürmet, değer, övgü” gibi taşıma su değerleri yüklemeye çalışırsan adamı zalimliğe sürüklüyor… Adamı bozuyor, haddini aşırtıyor…
Arkadaş önce testiyi doldur da, sonra içindeki su’yu şarab’a çevir…
Peki bunu telkin eden şu anda her köşe başında bir adet bulunan talebin yarattığı arz’dan fazlasıyla dolu olan şey yani mantar gibi biten kişisel gelişimci olmak durumuna ne yapmalı… Boş adamın eğitmenliğinden ne olacak… Al ezberi, oyna rolünü… Emanet kişisel gelişim fantezisi… Kendini eğitene, içinde güzellik ışık olana bunu paylaşana değil lafım elbette ama kötü tüccarları var bu yolun… Sapla saman karışmış vaziyette… Kişisel gelişmeyelim Allah aşkına… Kişiliğimizi geliştirelim… Bilgi, eğitim filan…
Kendi dibine ışık vermeyenin başkasına eğitim vermesi hadsizliktir… Sonrası işte memleketin hali… Her yanımızda mum yanıyor. Ama görünen o ki hacıyatmaz bir yanımız var. Bu hamur çok su kaldırıyor. Gelen giden yükleniyor, özgürlüklere, eşit yaşam hakkına, eşit kazanç hakkına, ulaşım hakkına, yazmaya, çizmeye ve hatta aldığımız nefese dur diyen bunca engele rağmen “biz bitmiyoruz”
Peki;
- Biz ne zaman adam(insan oluruz, abi?
- Adam olma kriterlerini bir cümleye sığdıramıyacağımızı idrak ettiğimiz zaman, yavrum…
-“Zihniyetimiz değişince” … Dikkat edilirse tarih vermiyorum. Belki yarın belki yarından da yakın… Belki asla…
- Asgari ücret, orta halli bir Avrupalının köpek bakımına ayırdığı paradan düşük olmadığında… İnsan gibi yaşadığımızda.
-İşçinin, memurun, sanatçının, öğretmenin, polisin, doktorun, hâkimin, savcının, avukatın, askerin, bakanın, bakmayanın, fikrin, zikrin tüm halkın “Cumbaşbakantekbakanherşeyebakanın” önünde eğilip bükülmediği, aksine, tersinin gerçekleşebildiği zaman…
-Özetle “bir memlekette namuslu insanlar da en az namussuzlar kadar cesur olduklarında…”
- Ne zaman adam (insan) oluruz?
- Cevabı sorunun içinde gizli zaten oğlum…
- Hani lan nerde gizli?
- Artık ne biçim saklandıysa, bulamıyoruz işte…
O sebeple olumlamakla değil yola eğitimle, emekle, dirençle, mücadele ile düzelir bu işler… Sözden önce kafayı düzeltelim biz…
Velhasıl İzmir’den çıktık yola…
26 Kasım 2018 Pazartesi
Aldatmanın Kadınca Meali
25 Kasım ve
şiddete dair kadınlı erkekli eylemlerimiz bittiyse bu anlamda çok da sözü
edilmeyen bir başka şiddetten bahsetmek istiyorum. Aldatmak eşlerin birbirine
uyguladığı, çoklukla erkeğin kadına uyguladığı fiziksel olmayan bir şiddettir.
Bir çok erkek el kaldırmadığı için kendini süpermen zannederken, aslında birlikteliklerinde
bambaşka şiddetler uygularlar...
Şiddete dair
yazdığım yazıda fiziki şiddet dışında uygulanan şiddetten bahsetmiştim.
Şimdiden bu yazıya gelebilecek ama kadın da aldatıyor cümlesine ön çekmek için
sizi başlığa gönderiyorum. Ben bir kadınım ve sürekli önüme gelen bu konuyu bir
kadının bakış açısıyla ifade etmek istiyorum.
Ben küçükken
kadınlar “kabul günü” diye bir şey yaparlardı. Artık büyük şehirlerde kimseler
evinde misafir kabul etmiyor sanırım. Herkes cafelerde buluşuyor. İşte onlar
evlerde toplanırken ben de ufakken o misafirliklerde yapılan konuşmaları ciddi
bir dikkatle dinlerdim. Kadınlar şimdiye göre daha yumuşak dedikodular yapardı.
Ellerinde örgüleri, nakışları ile dizlerinden aşağıda birleştirilmiş
ayaklarıyla “vallahi bizim bey yapmaz öyle şey” derlerdi… Ben biraz büyüdüğüm
de “vallahi şekerim yapıyorsa da ben hiç hissetmedim” dendiğini duymaya
başladım… Şimdi ise ilişkilerin bitmesinin ya da hastalıklı bir şekilde
sürmesinin en ciddi sebeplerinden biri sadakatsizlik… Artık herkes herkesi
alenen aldatıyor…
Geçenlerde
alışkanlık olarak sadakatsizlik yapan ve başka türlüsünün zaten mümkün
olamayacağına inanan, çok sevdiğim bir erkek arkadaşıma “ben büyüdüğüm evde
babamla hiç böyle şeyler yaşamadım”dedim… Buna şöyle bir yorum getirdi. “Yahu o
zaman kadınların yakalaması zordu, evden çıktın mı neredesin belli mi, cep
telefonu yok vs…” Çok severim kendisini, muhtemelen de haklıdır… Ama kesin
olarak bildiğim bir şey var. Genel olarak erkekler de kadınlar da “aile”
kavramına daha saygılıydılar…
Bir kadın olarak,
bir kız evlat olarak, bir eski eş, bir oğlan annesi, bir gelin annesi, bir kız
torun babaannesi, bir abla, bir kız arkadaş, bir dert dinleyen, bir daimi
sevgili olarak gönlümden geçenleri yazmak istiyorum…
1.Madde: Bu
erkeklerin cinsel tercihleri erkekler değil ise bizi, sizi bir kadınla
aldatıyorlar… Yani buradan sonra yazacaklarım aslında erkekler kadar kadınların
da kadınlara uyguladıkları bir şiddet… O nedenle yazının bu kısmı daha öznel...
14 yaşımdan bu
yana kız arkadaş ve eş kadrosunda bildiğiniz her şekilde ve her durumda
aldatıldım ben. Özetle asla hiçbir yerde “benim ki yapmaz, yapsa da
hissettirmedi, ben birlikte olduğum erkeğe güvenirim” diyemedim. Aldatıldığım
anda gittiğim de oldu, aldatıldığımı bile bile gidemediğim de… Buna öfkelenip
karşılık verdiğim de oldu, bırak Allah nasıl biliyorsa öyle yapsın dediğim de
oldu…
Başka kadınla
sevişildikten sonra giyilmiş donu yıkadığım da oldu, başka kadınla sevişilmiş
yatağı topladığım, temizlediğim, hatta çıkmayan lekeleri en etkili leke
çözücülerle ovaladığım da… Yani ben çok anlamıyorum bu işleri… Bütün bunlara
kızgın mıyım sorusuna cevap şu… Kırgınım… Ve başına gelen herkes de kırılıyor.
Bunun sadece bana
ait bir sorun olmadığını biliyorum… Bunu yaşayan bir sürü kadın var. Bilerek,
bilmeyerek, kabullenerek ya da yaşam boyu bununla mücadele ederek… Bir ömür
birlikte olduğu erkeğin kendinde hak bulduğu bu durumla yüz göz olarak mücadele
eden kadınlar tanıyorum. Bildiği halde o beraberlikte kalmak için susup
katlananlar biliyorum. Her seferinde bu sefer son defa diyenler, bir daha
yaparsan giderim diyenler biliyorum. Bir çoğu bir gün gerçekten gidiyor onu da
biliyorum... Ve elbette kadınlar da aldatıyor onu da biliyorum. Terazinin her
kefesinde sallanıyor bu hayatta insan…
Bu terazinin diğer
yanındaki kadın bazen sizin arkadaşınız oluyor. Bazen sizin bilmediğiniz ama
sizi gayet iyi bilen birileri oluyor. Bazen de hiç tanımadığınız, sizi hiç
tanımayan bir kadın oluyor. Bu hikayelerin çoğu bende mevcut mesela... Soframda
yemek yiyenle de aldatıldım... Tango da nasıl diye sarılanla da... Her durumda
şunu gördüm bunu yapan kadının utanmazca sizle iletişim kurabiliyor olması...
Ve kadınların bu anlamda çok tehlikeli olduğunu yaşayarak öğrendim...
Tecrübelerim erkeklerin aldatmak için karşı tarafı ikna için birkaç basit
hikâyesi olduğu yolunda… Genelde aldattıkları kadın eş ise istemeden (!)
sürdürdükleri, istemeden (!) seviştikleri, kıskanç, huysuz, artık aşkın bittiği
bir kadından bahsediyorlar. Evet, bunu birlikte oldukları kadınlara böyle
anlatıyorlar. Siz evde yemek yaparken, çamaşır yıkarken, çocuk büyütürken,
bütçeyi denkleştirmeye çalışırken ve belki de siz onun duyarsızlığından, ruhsuz
sevişmelerinden bunalmışken onlar başkalarına size dair böyle hikâyeler
anlatıyorlar. Ve o kadınlar da bu hikayeleri işlerine geldiği için doğru kabul
ediyorlar...
Sevgili iseniz
aldatmak biraz daha az illegal bir durum olduğu için en fazla "yahu çok
ciddi bir şey değil" "aa o mu yahu bitti o" demekle
yetiniyorlar.
Yani ezcümle
erkekler birlikte oldukları kadınları aldatırken diğer kadınlara içinde
gerçekler de barındıran ama çoğunlukla yalan olan şeyler söylüyorlar. Biz
kadınlar da uzun soluklu ilişkilerden sıkılıyoruz, birlikte olduğumuz erkeklere
dair nice eksiklikler görüyoruz. Aslında gerekçeler gayet karşılıklı... Bunları
o erkekle birlikte olmak için gerçek sayıp bir başka kadını ezip geçebilen
kadınlarda bu şiddetin şüphesiz bir parçası oluyorlar…
2.Madde: Homo
Sapiens canlısının biyolojik olarak çokeşli olduğu, kurduğu karmaşık sosyal hayat
açısından tekeşli olmaya çalıştığı söylenebilir... Tekeşlilik eğilimi aynı
zamanda aidiyet ve sahiplenme duygusuyla ilgilidir… Ve biz sosyalleştirilmiş
pirimatlarız neticede…
Evlilik ve sadakat
duyguların bitim yeri midir? Simone De Beauvoir ve J.P. Sartre 50 yılı aşkın
ilişkileri boyunca evliliğe ve sadakate karşı çıkarak, üçüncü kişilerle
birlikte olarak ama tutkuyla birbirlerine bağlı kalarak yaşadılar. Önce Sartre
göçtü dünyadan sonra da Beauvoir, külleri yan yana gömüldü. Sartre ve Beauvoir
tekeşliliğe inanmıyorlardı, “tekeşliliğe inanmak tanrıya inanmaktan pek farklı
değildi.” onlar için. Ben bireysel olarak bunu yapabilir miyim bilmiyorum...
Tekeşlilik
(monogami) ve çokeşlilik (poligami) kavramlarının kendi içindeki çelişkiler
insana belki de sadakatin imkânsızlığını getiriyor… Sadakat yani (içten
bağlılık) cinsel ve duygusal anlamda tekeşli olma durumuna dair ahlaki bir
vaattir. Tekeşliliğin, toplumun onayına sunulan duygusal, kültürel ve ekonomik
bir kurumu olarak evlilik ise şüphesiz bu sadakat yeminini içerir. Yani
sadakat, aldatma ihtimalinin dışlanmasına yönelik bir sözleşmedir aslında...
Sadık olmak bir
erdemdir ama vahşi doğa ve bize mirası olan bilinç dışında erdem yoktur,
ahlak-dışı çalışır. Erkek genlerini aktarmak, dişi iyi genleri bulmak ister.
Dişiler daha seçici olmak zorundadır. Çoğalırken genleri bozmamanın yoludur bu…
Oysa erkek için saldım çayıra Mevla’m kayıra bir durumdur bu. Ne kadar çok
sperm israfı varsa o kadar ilkel görevini yerine getirmiş bir erkek canlısı
vardır.
Oysa biz erkek ya
da kadın evlilikten bir sürü şey bekleriz… Hem güvenli ilişkiyi, hem üremeyi
hem de romantizmi bekleriz. Bu bir kucakta üç karpuz taşımaya benzer… Önce
romantizm düşer ve kırılır. Erotizm zaten tekrarla rutine dönen ve sıkıcılaşan
bir süreçtir… Çoğu kez çocuk ortak projesi ile bağlılık garanti altına alınır…
Güven ise tam bir tekeşlilik sebebidir… Tekeşliliğin sıkıcı yanı tekdüzelik (ya
da maceraya kapalı olması), çekici yanı güvendir.
3.Madde:
İlişkilerin neden yürümediğine dair tespitler, nasıl yürüyebileceğine dair
fikirlerden çok daha fazladır. Yani tüm bu şartlar altında artık kimse kendini
bile kandıramamaktadır.
Aslında insanın
neden tek hissetmek istediği, yasak olanın neden çekici olduğu, aldatmanın
neden bu kadar yaygın olduğuna cevap veremiyoruz. Aldatmanın, aldatılmamızın
kısa tarihiyle yetiniyoruz. Aldatmak üzerine yazmak, insana dair her şey
üzerine yazmaya çalışmak gibi aslında.
Bir şeylerin
bitmeyeceği fantezisi, ölümlü dünyada kendimizi aldatmak/oyalamak için
kullandığımız bir savunmadır belki de…
Ben hayatım
boyunca kendini bu noktada hiç kandıramamış bir kadınım. Babama ve onun
ailesindeki ilişkilere dair hiçbir kötü anım, hikâyem yoksa da, orada tüm
erkekler ailelerine düşkün verici adamlarsa da çocukluğum anne dedemin ve annemin
ailesindeki kadınların aldatılma, yalnızlık ve terk edilmişlik hikâyelerini
dinleyerek geçti. Açıkçası ailede gelinlik giyebilmiş, eşi tarafından
üzülmemiş, kırılmamış, muhtemelen aldatılmamış, el üstünde tutulmuş tek kadın
annemdir. Bahtımın anneme benzemediği ortada…
Son olarak şu
cümleyle bitirmek istiyorum…
“Bazıları için
aldatma kutlu bir başarıdır. Aldatılmayı başarısızlık, yenilgi olarak
algılarız. Oysa başarı, her zaman yenilgiden daha kafa karıştırıcıdır.
Yenildiğimizde kendimiz olma ihtimaliniz daha yüksektir.”
Kendimi bulmam ve
tanımam için bana kattığınız herşeye teşekkür ediyorum o halde…
22 Kasım 2018 Perşembe
Ayşe Arman ve Gazetecilik
1969 doğumlu Ayşe
Arman yani aynı dönemlerin Gazetecilik öğrencileri sayılırız. Basın Yayın
Yüksek Okulunda eğitimine başlamış ama bitirmemiş. Bu internette ulaştığım bir
bilgi ama Tarsus Amerikan Kolejinden mezun ki bizim dönemimizin Amerikan Koleji
mezunu kızları çok donanımlı olurlardı.
Ayrıca biz okulunu
okumuş, gazeteciler biliriz ki okuduğumuz okul maalesef gazeteci olmamıza
yetmez... Çoğu mezun gazetelerde iş bulamaz zaten. Başka işlere girer… Devlet
memuru olur çoğu… Bulsanız da köşeler hep doludur, abiler ablalar yerlerini
kolay bırakmadıkları gibi kolay kolay da yenilere fırsat vermezler... Ama siz
kapıları tırmalarken filancanın kızı, falancanın oğlu ( bu daha azdır, genelde
filancanın kızı olur o tepeden gelen), bilmem kimin yakını gelir tak diye işe
başlar. Elbette bazıları çok yeteneklidir. Kaçınılmaz onların yer edinmesi, ama
emin olun azdır onlar... Süreç biraz sancılıdır. Asılan olur, işinizi
zorlaştıran olur, kadından polis muhabirimi olur diyen, size fırsat tanımayan
sonra okuduğunuz okulda hocalık yapan, gazetecilik öğreten şefiniz olur.
Olurdu... Şimdi neler olur hiç bilmiyorum. Ama gazetecilik ortamı benim hayal
kırıklığımdır onu biliyorum.
İhalelere koşan
gazeteci abiler, gücün yanında gazeteciler, gelen stajer kızlara
"düştü" yeni çaylak diyenleri gördüm... Ve elbette çok saygı
duyduğum, çok değer verdiğim abilerim, ablalarım da oldu camiadan... Hala da
saygı da, sevgi de kusur etmem... Onlardan öğrendiklerimi de hiç unutmam... Ama
hepimiz biliriz kimin ne olduğunu aslında…
Ortamın genel
panoraması böyleydi o yıllarda... Biz İzmir'deydik. Hep şunu derlerdi
"gerçekten gazetecilik yapmak istiyorsan İstanbul'a gideceksin"...
Ben ise sadece yazmak istiyordum. Tüm hayalim buydu... Ama reklamları, iktidarı düşünerek,
idarecilerin direktifleriyle yapılan gazetecilik bana gazetecilik gibi
gelmedi... Sonunda madem ticaret yapıyoruz ben reklamcılık yapayım dedim... O
da ayrı film ortamı hele de İzmir'de... Sonunda kendimi turizmin ortasında
buldum...
İşte o senelerde
biz bunlarla uğraşırken Ayşe kızımız Erkekçe ve Nokta dergilerini çıkaran Ercan
Arıklı'nın sekreterliğini yapmaya başlıyor. Demek ki okullar okumak gazetecilik
için çok da gerekli bir şey değilmiş... Becerikli ve iş bitiren, zeki bir kadın
olduğu net Ayşe kızımızın... Ayrıca da tüm yaşamına baktığınızda doğru zamanda,
doğru yerde, doğru ilişkileri, doğru şekilde yönettiği de ortada... Sonraları
Aktüel ve Tempo dergilerinde çalışıyor.
Ve sonra Hürriyet... Benim kendisini fark ettiğim dönem bu... Akıcı,
devrik cümlelerle özgür bir dille yazılmış köşe yazıları dönemi... İlk okumaya
başladığımda “devrik yazıyorsun gazeteci böyle yazmaz diyen gazeteci abimin
kulaklarını çınlatmıştım”… O yıllarda tam da Türk kadınına empoze edilmeye
çalışılan "özgür kız" kavramına hizmet eden bir genç kadındı
gördüğüm... Gazetede magazin dergisi anlayışıyla yazılan köşe yazıları... Çünkü
bunlar okunuyordu… Ki sonrasında kendisine öykünen onlarca ablamız türedi…
Kendi çalıştığı gazetede bile, İzmir'de de bu rüzgârla iş yapan güzel
kızlarımız oldu... Hala da ayak izlerinden yürüyen bir sürü tarz sarışın abla
köşe yazarlığı yapmakta buralarda... Röportaj aşamasına ne vakit geçildi
bilmiyorum. Ama keyifle okuduğum röportajlar olduğunu da hatırlıyorum. Her ne
kadar yırtmaçlar, kilo sorunu, sevgili, sonra eş / aşk / sevgili sızlanmaları
beni hiç ilgilendirmediyse de çok iyi bildiğim üzere üstüne hoş bir kadın
fotoğrafı koyduğunuz her haber gazetede okunuyordu... Ayşe kızımız da bu
malzemelerin hepsini başarıyla kullanıyordu… Hala da kullanıyor… Hiçbir
fotoğrafı yok ki bacakları kapalı olsun… Bana saçma geliyor ama demek ki o ve
hayranları arasında bir karşılıklılık durumu söz konusu… Yani Aydın Doğan gibi
bir zihniyetten ne beklemek gerekiyordu ki…
Ayrıca gündemi
takip eden röportajlar, tam yerine gelen sivri çıkışlar ile hem çalıştığı
gazeteye tiraj yaptırdığı hem de kendi halkla ilişkilerini gayet başarılı
yürüttüğü bunca senedir hala ortamda olmasından da belli değil mi?
Çok değerli bir
ailenin gelini olarak, çok beyefendi bir adamla bir evlilik yaparak, çok hoş bir
genç kız yetiştirerek kendi adına da gayet dışarıdan başarılı görünen bir hayat
oluşturduğu ortada... Şu Hindistan'da yaşama kısmı kendisinin hayatının en
kıskandığım kısmı açıkçası... Benim burada 20 liraya mal ettiğim Hindistan’dan
gelen “Rudraksha” (Hindistan, Nepal, Katmandu ve civarında yetişen bir ağacın
tohumu) kolyeleri de yaparak “Sakajewa” adını verdiği iyilik kolyelerini de
ciddi fiyatlara yardım için sattığını okuyorum…
Şimdi birileri
haberi patlatmış... Röportajlar için para alıyor diye... Yani? Şimdi buna ne
tepki vermeliyiz…
Gazetelerin
durumları ortada... Muhtemelen ona bugün geldiği noktada talep edeceği maaşı
(!) verebilmek mümkün değildir... Ve muhtemelen kendi kazancını bu yazıları
yazarak kendi yaratmaktadır. Onun röportajında, yanında, sayfasında olarak
kendi prestijini, reytingini arttırma derdinde olan ünlülerin ödedi paralar
şahsımı hiç ilgilendirmiyor açıkçası...
Ayrıca hepimiz
biliriz ki çoğu magazin muhabiri haberi çıkarmak için para alır... Almaz mı?
Asla diyen olursa, valla isim yazarım... Üstelik de bunu gittikleri sosyetik
toplantılarda bile yapanlar vardır.
Ama asıl sorun
bugün ülkede gazeteciliğin artık yapılamayan bir şey olmasıdır. Ayşe kızımızın
gazetecilik ödülleri alması, (1989 yılında Cumhuriyet Gazetesi “Bülent Dikmener”
Ödülü, aldığı ilk ödüldür ayrıca... Yani Cumhuriyet gazetesinden almıştır ilk
ödülünü) bilmem kaç tane kitabının basılması, satılması bu düzenin normalidir.
Hiç birini okumadım o sebeple ne yazar bilmiyorum. Ama talep varsa, her ünlü
insan bir kitap çıkarıveriyor biliyorum... Satılıyor da valla... Muhtemelen okunmuyor
ama rafa konuluyor...
Ayrıca şu kitap
işi hiç sıkıntı değil artık, çünkü zaten parasını veren herkes bir yayın
evinden içinde hiçbir şey yazmayan bir kitap bastırarak yazarım, şairim,
gazeteci yazarım diye dolaşabilmektedir… Bana neden bir kitabın yok diye
soranlara da cevap olsun... Bir gün olursa emin olun bu benim yayın evine para
verip bastırdığım bir kitap olmayacak...
Gazeteciliğe
gelince bunca yazmama, bir sürü şey yapmama rağmen hiçbir gün ekmeğini
yiyemedim bu mesleğin... Ekmeğimi hep başka işlerden çıkarmaya çalıştım.
Maalesef bu ülke de her iş kolunda ilişkilerle yürüyen bir ağ vardır. Sanat yapılan kurumlarda bile... Opera& Bale gibi salt yeteneğe bağlı ortamlarda bile alınan rol, kadro ilişkilerle oluyorsa denecek bir şey yoktur…
Maalesef bu ülke de her iş kolunda ilişkilerle yürüyen bir ağ vardır. Sanat yapılan kurumlarda bile... Opera& Bale gibi salt yeteneğe bağlı ortamlarda bile alınan rol, kadro ilişkilerle oluyorsa denecek bir şey yoktur…
O sebeple niye
kızıyoruz Ayşe ablaya başarılı, özgür, trend Türk kadınının tipik temsilcisidir
kendisi... O da bu duruşuyla bir ortamı mutlu etmektedir. Bu ticarettir...
Zaten gazetecilikte artık ticarettir...
E ticarette
parayla yapılır elbette... Armutla değil...
BASIN AHLAK YASASI
MI?
Güldürmeyin
adamı... KÖTÜ TÜCCARLAR bunlar...
Gerçek gazeteciler ortamı terk edeli çok oldu…
Gerçek gazeteciler ortamı terk edeli çok oldu…
#ayşearman #basınahlakyasası #gazetecilik
1 Ağustos 2018 Çarşamba
EV DEDİĞİN YÜREĞİNDİR
“ev...
iyi kötü herkesin bir evi
vardır.
ama, ev ahengini gerçek
lezzetiyle yaşayabilmişler, o kadar azdır ki...
o yüzden de, gençken kaçıp
kurtulmak isteriz evden...
sonra gönlümüzcesini kurmaya
çalışır; genellikle de başaramayız...”
Der Çetin Altan…
Hemen her genç
gibi evlerin bana dar geldiği zamanlar yaşadım elbette bende… Analı, babalı,
kardeşli evimde ondan bundan sıkıldığım, kıymetini bilemediğim zamanları
elbette hatırlıyorum. O güzelim konforun
bir anda yok olduğu zamanlarda bir de onca yılımı aile olarak geçirdiğimiz
evden ayrılmak zorunda kaldım… Bu ayrılışla her ne kadar doğduğum eve geri
dönmüş olsam da kendimi asla o eve ait hissetmedim. Nerede oturacağına, hangi saatte evin neresinde duracağına
başkasının karar verdiği yer evin değildir, zaten olmaz da…
Sonra aldım başımı
gittim. Babamı, evimi, huzuru kaybetmek
bana fazla geldi… Üç yıla yakın evim hiçbir yerdi… Ben neredeysem evim oradaydı… Ev uyunan yerdi. Küçücük odalarda kaldım, bir sürü insanla ev,
oda paylaştım… Penceresiz odalarda uyudum… Güvenli hissetmediğim için bayılana
kadar uykusuz kaldığım zamanlar oldu… Bugün o yıllardan hediyedir kolay kolay
bir yerde kalamamam… Otel odaları hariç… Yani balkonlu otel odaları hariç…
Onlarda nefes alabilirim. En yakınım
bile olsanız size misafir olduğumda bana verdiğiniz en konforlu odada bile
kalamam. Mümkünse salonda divanda yatarım. Bunun uygun olamayacağı yerlerde
kalmam… Kendi evimde bile sanırım yüzyıldır salonda yaşarım… Benim için olası
en ideal evler üst katlarda, geniş camlı evlerdir… Tek hayalimde tavanı cam bir
evde yaşamaktır.
Çocuğum olduğunda,
evlendiğimde yani kendime ait bir evim olduğu zamanlarda bu durum geçmişti… Hatta çok da evimin dışında olmayı
istemiyordum. İşte o sebeple pek severim
üstte paylaştığım yazıyı…
“sonra
gönlümüzcesini kurmaya çalışır; genellikle de başaramayız...”
Dediği yerde
incecik çizilir yüreğim… Netice de bir başarı öyküsü değildir. Ama her değiştiğinde, her seferinde az buçuk
parayla döşediğimde, çuvaldan perdelerimde, eskiciden alınmış takımlarımda, rengârenk
duvarlarımdan, geçmişten bugüne bir sürü anı taşıyan aksesuarlarımda hep Emine’dir.
Ev her köşesine
sizin elinizin değdiği, düzenine sizin karar verdiğiniz, temizliğini yaptığınızda
gururlandığınız, istediğinize giriş hakkı verip istemediğinizi dışarda uzakta bırakıp
içine kaçabildiğiniz, sizi üzmüş, sevmediğiniz insanların eşiğinden adım
atamadığı, sessizliğinden ürkmediğiniz, karanlığında kaybolmadığınız, kendinizi
yabancı hissetmediğiniz, elinizi bir yere atarken hata mı yapıyorum
demediğiniz, özel hayatınıza sahip olmanın en temel gereksinimi dört duvarınızdır…
Sizdir.
Ruhunuzdur. Tüm dünyayı geride bırakıp
içine girdiğinizde nefes alacağınız yerdir. Duvarlarındaki resimler, komodindeki bir örtü,
raftan aldığınız bir bardak bütün anılarınızdır.
Boşandığımda
aslında tek kriterim vardı. İşten eve gelirken duyduğum huzursuzluğun bitmesi… Bir
evin güven alanınız olup olmamasının tek yolu orada kendinizi rahatsız
hissetmemenizdir.
Bugün buradan sevgili
asi ergenliğime seslenmek istiyorum. Ne salakmışsın sen kuzum! Deli gibi özlüyorum şimdi çocukluğumun
geçtiği o iki katlı evi, odamı… Kocaman kütüphanemi… Masa başında hep birlikte
yenen yemekleri… Odamı, odamın duvarlarında ki sayısız poster ve fotoğrafı…
Evimde kitaplığın bir fazlalık değil bir gereklilik olduğu zamanları… Ev dediğinin
aslında “aile” olduğu yılları… Babamın varlığına duyduğum güveni… Annemin
kapıyı nasılsa açacağını bilerek hiç anahtar kullanmadığım zamanları… Hala
annemin evine anahtarım olmasına rağmen içerde o varsa kapıyı çalar girerim… Oysa
şimdi herkesin bir anahtarı var evlerde… Ve eve geldiğinde kimse kimseye hoş
geldin demek zorunda hissetmiyor. Yemekler
elde tabaklarda atıştırılıyor. Herkes
bilgisayara ya da telefona kafasını gömüyor…
Bir yerde
okumuştum kimin bilmiyorum…
“siz kapısından
içeri girdiğinizde size 'karnın aç mı?' diye sorulan yer evinizdir.” Yazıyordu…
İnsanlar evlerine benzer
mi? Ben benzeyenlerdenim… Bana muhteşem bir ev vermenize gerek yoktur. Çünkü ben kusursuz, düzgün ve köşeli değilim…
Benim ucum bucağım hep sarçıklı,
püsküllü… Ben buyum… Siyah giyen, renkleri seven, rengârenk bir karmaşadan
huzur duyanlardanım… Hayatım boyunca etrafımda ki herkesin bundan rahatsız
olması, eleştirmesi kocaman yalnızlığımın bir parçasıdır.
O kocaman
kulelerde, kutu evlerde, kusursuz donanımlarla, her şeyi uzaktan kumandaların
idare ettiği gri yaşamlara hiç özenmedim ben… İçlerinde bin bir mutsuzluğun yaşandığı pahalı
evleri hiç sevmedim. Bir evin bilmem
kaçıncı katına acaba asansörde kalır mıyım diye çıkmayı hiç istemedim…
Ezcümle; Şekerden
evlerim oldu tadına doyamadığım, bir çay içimlik uğradıklarım oldu, kaçıp
sığındıklarım oldu, kaçıp kurtulduklarım oldu, başımı huzurla dayayıp bir
kenarında uyuduklarım oldu... Ama yine
bir yerde yollara döndüm…
Bu yüzden küçük
sihirli ayakkabılarım evim yerine başka yerlere götürüyor hep beni…
"EV,
ANLAŞILDIĞIN YERDİR ."
Bak bunu kimin
dediğini biliyorum… GARFİELD…
25 Haziran 2018 Pazartesi
ÖĞRENMİYECEĞİM ÇARESİZLİK!
“Öğrenilmiş çaresizlik, kişinin herhangi bir durumda çok
sayıda başarısızlığa uğrayarak, bir şey yapsa da hiçbir şeyin değişmeyeceğini,
olayların kendi kontrolünde olmadığını, o konuda bir daha asla başarıya
ulaşamayacağını düşünüp, bir daha deneme cesaretini kaybetmesidir.
Öğrenilmiş çaresizlik, geçmişteki acı deneyimlerden
çıkarılan negatif şartlanmaların bugünkü davranışları belirlemesidir.”
Martin Seligman’ın “Kaçış grubu”, “Boyunduruk grubu” ve “Kontrol
grubu” adı altında üç gruba ayrılmış 24 köpek ile yaptığı deneyle ortaya
koyduğu teoridir. Kabaca şöyledir deney;
Kaçış grubundaki köpeklerin ayaklarına elektrik şoku
verilmiştir. Odada bulunan bir paneldeki butona basarak elektrik akımını kesmek
mümkündür. Bu gruptaki köpekler, kısa süre içerisinde butona basmayı öğrenmiş
ve şokun süresini azaltmışlardır.
Boyunduruk grubundaki köpeklere de aynı şok uygulanmıştır. Ancak
bu gruptaki köpekler, butona bassalar dahi akım kesilmeyecek biçimde ayarlanmıştır.
Önce köpekler butona basmayı denemişler fakat belli deneme sonunda denemekten vazgeçmişlerdir.
Kontrol grubundaki köpekler de benzer odadadır fakat onlara
elektrik şoku verilmemektedir.
Öğrenme sürecinden sonra köpeklerin hepsi toparlanıp, kısa
bir çit ile iki bölmeye ayrılmış bir alana götürülmüş ve köpeklerin hepsine
elektrik şoku verip, çitten karşıya atlamaları beklenmiştir.
Yapılan 10 denemenin sonucunda durum şudur;
Boyunduruk grubundaki 8 köpeğin 6'sı hiç bir şekilde çitin
karşısına atlamamıştır.
Kaçış ve Kontrol grubundaki köpekler ise, çitin karşı
tarafına atlamışlardır.
Aradan bir hafta geçtikten sonra, köpekler yine bu çitle
ayrılmış alana getirilmişler. Deney tekrarlanmıştır ve Boyunduruk grubundaki 8
köpeğin 5'i, tepkisiz kalmış ve çiti geçmek için eylem yapmamıştır.
Yani özetle bu sonuca şöyle bakabiliriz… Öğretilmiş çaresizlik görünmeyen prangalardır…
Yani özetle bu sonuca şöyle bakabiliriz… Öğretilmiş çaresizlik görünmeyen prangalardır…
Ya da şöyle bakabiliriz… Ne kadar öğretirsen öğret, 8
köpeğin üçü öğrenmez…
Ben öğrenmeyen köpeklerden biriyim…
VAZGEÇMEYİ, BİTTİ KELİMESİNİ, YENİLDİM DEMEYİ, DEPRESYONA
GİRMEYİ HİÇ SEVMEM…
ÇÜNKÜ BU MEMLEKETİ BUNU ÖĞRENMEYEN BİRİLERİ KURTARDI…
Faşizan yönetim ve kişiliklerin, büyük devletlerin kendi
yurttaşları üzerinde uyguladıkları yöntem budur. Kişiler başlarına gelenlerden
kurtulamadıklarını anladıklarından sonra onlara şans versenizde kaçmamakta ya da
bu durumu değiştirecek hareketlerde bulunmamaktadırlar. Bu genelde başarılı bir
yöntemdir. Çünkü insanlar bu tür devlet teröründen sonra bu terör yok olsa ya da
yok edilme ihtimali doğsa da üzerlerine serpilmiş atalet duygusundan çok zor
kurtulmuşlardır…
Devasa süper egolar karşısında atıl kalmak çok benim
yapabildiğim bir şey değildir…
“- Artık ne yapılır ki, işte olanları görüyorsunuz.
- Biz ne yapsak olmuyor, hep onlar kazanıyor.
- Bizden bir şey olmaz. Biz yapamıyoruz.”
Çünkü insan, kafese kapatılmış deney hayvanından çok farklı
bir canlıdır.
Bu topluma yüzyıllar boyunca "öğrenilmiş
çaresizlik" aktarılmıştır.
Din için "kul", üst için "köle" olmak
öğütlenmiştir.
Bu toplumun insanı yaşamına kendi iradesinin yön
verebileceğine özünde inanmaz.
Her şeyini kaderin belirleyeceğine inanır ve kabullenir.
KANIMCA ATATÜRK’ÜN ASIL MÜCADELESİ BU ÜLKENİN İNSANINI BİREY
YAPMAKTI…
"Bir şeyin imkânsız olduğuna inanırsanız, aklınız bunun
neden imkânsız olduğunu size ispatlamak üzere çalışmaya başlar. Ama bir şeyi
yapabileceğinize inandığınızda, gerçekten inandığınızda, aklınız yapmak üzere
çözümler bulma konusunda size yardım etmek için çalışmaya başlar."
ASLA PES ETMEMEK BİR SEÇİMDİR… ASLA VAZGEÇMEMEK… KANININ SON
DAMLASINA KADAR İNANDIĞIN ŞEYLER İÇİN MÜCADELE ETMEK…
MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’e de eminim birileri;
“-bırak abi, sen mi kurtaracan memleketi demiştir…”
BU GECE BEN ŞUNU ANLADIM DÜNYA VAZGEÇSE BEN VATANIMI
KİMSENİN ELİNE BIRAKMAM… DAHA ÇOK ÇALIŞMAK LAZIM DEMEK Kİ… DAHA ÇOK MÜCADELE… DAHA
ÖRGÜTLÜ MÜCADELE…
BUGÜN BEN ÜÇ KÖPEKTEN BİRİ OLMAYI SEÇİYORUM…
ZATEN KAYBEDİYORSAK VE DURUM BUYSA KAYBETMEKTEN KORKMAYA
GEREK YOK Kİ!
ÖĞRETEMESİNLER BİZE ÇARESİZLİĞİ…
UNUTMAMAK LAZIM…
“ haklısın abi ben mi kurtaracam”
Deseydi zaten MEMLEKETİM
olmazdı…
“UMUTSUZ DURUMLAR YOKTUR, UMUTSUZ İNSANLAR VARDIR.
BEN HİÇBİR ZAMAN UMUDUMU YİTİRMEDİM.”
MUSTAFA KEMAL ATATÜRK
2 Nisan 2018 Pazartesi
ZAMANIN ESKİSİ
Zamanın eskisi
Geçmiş; geçmesi hep dilenen lakin bizi terk ettiği an asla gelmeyen olgudur.
Hani hafıza-ı beşer nisyan ile malul idi, neden bakılan herşey, buruna dolan her koku, tanıdık-tanımadık her ses gelecekle değil de maziyle dolu? Hayallerin de hayal kırıklıklarının da tüm referansları neden geçmişe? Yoksa gerçekten var olan tek şey geçmiş mi?
Bir soru: hangi “geçmiş” ?
20 sene öncesini bundan 10 sene önceki algılayışımla bugünkü algılayışım arasındaki fark, geçmişi bugünden kurulan bir nesneler ağı yapar. Bu noktada diyalektiğin nasıl çalıştığını bulabilirsek bu diyalektik kendini an ‘da parçalayabilir.
"geçmiş, her anlattığımızda kılık değiştiren bir uydurmadır. Kulaktan kulağa oyununa benzer. Yaşanmış, geçip gitmiş zaman her aktarmada bir parçasını kaybeder, değişir, sonunda hiç kimsenin aslını tam hatırlayamadığı bir hikâyeye dönüşür."
Geçmiş bugünü, bugün geçmişi belirler.
Bir soru da şudur: bundan 1 dakika öncesi nerededir?
Dündür. Bugünün sebebidir. "keşke"lerle "iyi ki"lerin barınağıdır.
"anlayana sivrisinek saz anlamayana davul zurna az"dır.
Derstir. Tarihtir, tekerrürden ibarettir.
Anılardır. Hayallerin temelidir.
"anlayana sivrisinek saz anlamayana davul zurna az"dır.
Derstir. Tarihtir, tekerrürden ibarettir.
Anılardır. Hayallerin temelidir.
Bir orkestra tek tek enstrümanların toplamı değildir. Bütün, parçaların toplamından farklı ve fazladır. Geçmiş ve gelecek de anların toplamından fazlasını ifade eder bu yüzden.
"geçmişin geçmiş olması için zamanın geçmesi yetmez." der Amin Maalouf
Bende diyorum ki; uzun uzadıya seyre dalmaktansa bir elmayı ortasından ikiye kesip yarımlardan birisini boş ele almak lazımdır…
"şimdi kendime bir hikâye anlatacağım ve artık sadece buna inanacağım. Çünkü ne zaman dönüp baksam geçmişe görüyorum ki yine değişmiş. Ya bir coğrafya eksilmiş ya da bir tarih eklenmiş. Hiçbir şey yerinde durmuyor bu hayatta. Hiçbiri memnun değil yerinden. Belki de hiçbir şeyin yeri yok aslında. Onun için sığmıyorlar bıraktığın çukurlara. Hâlbuki sırf onlar için, boylarını ölçüp de ona göre kazmışsın. Ama hiçbir halta yaramıyor! Hepsi de gözünü kırpmanı bekliyor. Kaçıp gitmek için. Ya da yer değiştirip seni delirtmek için. Özellikle de geçmişin."
"insanın yaşayabilmesi için geçmişi kırıp dökmeye ve ortadan kaldırmaya bir gücü olması ve bunu zaman zaman uygulaması gerekiyor" (Nietzsche)
Geçmiş, gelsene bişi sevcem birazcık senden…
Şöyle bir ardıma bakıyorum ve geçmişimin gözlerinden hasretle öpüyorum….
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
-
Canım istedi giydim! İYİ HALT YEDİN... Türk kadını ne giymesin… Önce bunu yazanın kişisel geçmişine bir göz atalım... Bendeni...
-
Korkak işidir… Yiğit olan varsa lafı insanın yüzüne DEDİ/ KODU yapar… Ne çok dert açar başa şu dedikodu/ gıybet… Kitapta bile ye...
-
Kökeni Kumuk Türklerine kadar dayanan, orjinali "it haplar, kerivan geçer" olan çok güzel bir Türk atasözüdür. Yazılı kayı...