"Çocuğum, oğlum/kızım, canımın
içi, gözümün nuru, hayatın anlamı… O iyiyse herşey yolundadır, değilse iyi olmasını
sağlamak için herşeyi yaparım." dediğimiz şey… Önce bebek, sonra çocuk…sonra
evlat…
Evlat…
25 yıl önce emziğini ağzına
denk getiremezken, 25 yıl sonra sizinle dalga geçen en değerlinizdir...
Ebeveynlerinizin nezdinde “evlat”
olmuşsanız eğer her zaman minik bir kırılganlığı taşır, içlerindeki ince sızı
olursunuz. Kaç yaşına gelirseniz gelin, hayatınızı en iyi şekilde idare
ettirseniz bile sessizdeki en ufak çatlaklık, gözünüzdeki hüzün ebeveynlerinizi
üzer. Bir şey söylemeseler bile akıllarına düşer, gizliden gizliye sizi
kollamak, iyi olup olmadığınızı öğrenmek isterler. Sevgilerin en kırılganı, en
sakini, en yoğunu ama çoğu zaman en özgürüdür evlat sevgisi... Yani öyle olmalıdır.
Halil Cibran der ki;
Çocuklarınız sizin
çocuklarınız değil,
Onlar kendi yolunu izleyen
Hayat'ın oğulları ve kızları.
Sizin aracılığınızla
geldiler ama sizden gelmediler.
Ve sizinle birlikte olsalar
da sizin değiller.
Onlara sevginizi
verebilirsiniz, düşüncelerinizi değil.
Çünkü onların da kendi
düşünceleri vardır.
Bedenlerini tutabilirsiniz,
ruhlarını değil.
Çünkü ruhlar yarındadır,
Siz ise yarını düşlerinizde
bile göremezsiniz.
Siz onlar gibi olmaya
çalışabilirsiniz ama sakın onları
Kendiniz gibi olmaya
zorlamayın.
Çünkü hayat geriye dönmez,
dünle de bir alışverişi yoktur.
Siz yaysınız, çocuklarınız
ise sizden çok ilerilere atılmış oklar.
Okçu, sonsuzluk yolundaki
hedefi görür
Ve o yüce gücü ile yayı
eğerek okun uzaklara uçmasını sağlar.
Okçunun önünde kıvançla
eğilin
Çünkü okçu, uzaklara giden
oku sevdiği kadar
Başını dimdik tutarak kalan
yayı da sever.
Bunu ilk okuduğumda 17
yaşında idim. Babam henüz yaşıyordu. Annem, babam ve kardeşimle birlikte mutlu
bir evde yaşıyordum. Üniversiteye yeni başlamıştım. Aileler ile çok sorun yaşanan
yaşlardı. Bu yaşlar şimdilerde 12-13 ama biz ancak lise bittikten sonra aileye
ters gelecek şeyler yapacak zamanlarda büyüdük. O yaşa kadar da bazı sorunlarım
olmuştur elbette ama 17 yaşında farklı olduğunu fark ettiğim fikirlerim
netleşmeye ve evdekilerle takışmaya başlamıştım.
O yaşa kadar sözlerini
dinleyen tatlı kızları bir anda hırçın ve huysuz olmuştu. Anlamakta
zorlanıyorlardı. Ben de olanca gücümle anlaşılmaz olmakta direniyor, herşeyi
zorlaştırıyordum. Yargılandığımı hissettiğim anlarda daha da huysuz ve mutsuz
oluyordum. Odama daha fazla kapanıyor, onlarla zaman geçirmediğim için azar
işitiyordum. Odamda sürekli kitap
okuyup, yazı yazıyordum… Ve “teyp” dinliyordum… Alan Parsons Project, Pink
Floyd, Electric Light Orchestra, Depeche Mode, Scorpions, Fikret Kızılok, Timur
Selçuk, Yeni Türkü, Çağdaş Türkü… Odam her şeyimdi… Duvarlarım tek yer kalmadan poster kaplıydı.
İlk başlarda ne yaptın deseler de zamanla bıraktılar oluruna… Birçok arkadaşım
odamın duvarlarına imrenirdi çünkü anneler duvarda bant izi kalacak, boya
dökülecek diye izin vermezlerdi posterlere… Tüm bu rahatlıklar ve izinler
elbette bana yetmezdi. Tam olarak daha ne yapmak istediğimi hatırlamıyorum ama “daha”
özgür olmak isterdim.
En büyük derdim gece evde
kapalı olmaktı. Daralırdım… Sokakta insanlar yaşarken düzenli evlerde çocuklar
odalarına çekilirlerdi o yıllarda… Erkek çocuk olmadığım için üzülürdüm.
Şimdi bu ayrım pek de
kalmadı aslında. Ya da gerçekten tutucu mahallelerde var sadece…
Tüm bu yeni yetme
saçmalamalarım geçtiğinde işte o vakit ailemle gerçek çatışmayı yaşamaya
başlamıştım.
Sigara içiyordum, erkek
arkadaşım vardı… Arkadaşlarım uzun saçlı gitarcı, müzisyen çocuklar, hippi kılıklı
kızlar, güzel sanatlar tiyatro, fotoğrafçılık öğrencileri idi. Anne babalar
öyle arkadaş sevmezlerdi… Ama benim evlenmek için görücü usulünü bekleyen kız
arkadaşlarım olamıyordu. En yakın arkadaşım babamı değilse de kıza benzemez
haliyle annemi deli ediyordu. Okul çıkışı Kalyon’a gidiyorduk. Eve giriş saati “babadan
önce” idi… Yemekte ailece olmak kuraldı… Sınırları zorluyor, onları üzüyordum. Eve gelen misafirlere bakıp selam vermeden odama dalıyordum. Annemin duymak istemediği şeyleri söylüyordum. Geç kalıyordum. Ama yine de mutluydu arada laf işitiyor, yine şansımı zorluyor sonra yine azarlanıyor, sonra başka bir halt yiyordum... Büyüdüm ulan ben diyordum... Sonra baba gitti bütün düzen dağıldı.
Ben de dağıldım… Büyümemiş olduğumu çok acıtarak anlattı yaşam bana... Ama o sağ iken de ben biliyordum ki, odam dağınıkken de ailem tarafından
sevilip sayılıyordum, gece eve geç geldiğimde de korunup
gözetiliyordum… O gittikten sonra hep bildim ki ben ne yaparsam yapayım annem hep arkamdaydı… Baba gittikten sonra tekrar düzeni bulmak hiç kolay olmadı..
Ve bir gün yaşam tekrar
düzene girdi… Evlat yaşama girdi…
“Evlat” yaşamı düzene soktu.
Ben deliyi “anne” yaptı… O deliyi “baba”
yaptı… Delilik elbet baki kaldı…
Ama “evlat”tan evla birşey de olmadıbir daha...
Büyürken yürek ağızda
yaşattı beni… Hiçbir şeye şaşırmam, çok şey gördüm derken dumurlardan dumurlara
sürüklediği oldu… Yuh ulan nasıl halledicez bunu dediğim oldu… Ama bir şeyi hiç
unutmadım.
“ben o değildim… O da ben”
Ondan ben olmasını, benim
gibi düşünmesini istemedikçe daha fazla benim gibi, bizim gibi oldu…
Diretmedikçe, onunla inatlaşmadıkça, üstüne gitmedikçe daha evine bağlı oldu…
Huysuzluklarında bazen derin “sabır” çektim, bazen “ya sabır” dedim… Ama ona bu
yanlış, bunu yaparsan seni affetmem asla demedim…
Çünkü bu, bana da denmedi… En
acayip şeyleri yaptığımda, en tuhaf hatalarımda, en huysuz anlarımda ben hep
evim olduğunu, bir ailem olduğunu… yaşam da yalnız olmadığımı bildim.
Ona asla hiçbir zaman “seni
silerim” demedim… Velev ki yaşamın en büyük hatasını yapsın dünya onu silsin “ben
seni silmem” dedim…
O bir evliliğin olmazsa
olmazı olarak doğmadı… Ben onu doğurmak istediğim için ona bir yuva verdim…
Yaşam büyümek, evlenmek, çoluk çocuğa karışmak, sonra onları büyütüp
yaşlanmaktır diretmelerinin hepsine nanik yaptım…
Tamda gönlüme, yüreğime göre
bir evlat yetiştirdim. Özgür, esaslı, vicdanlı, sevgi dolu…
Yazının bundan sonrası var… Yaşamın
bundan sonrası var… Şimdi o kocaman bir adam… Kendi gibi güzel, hayallerinde ki
gibi upuzun kapkara saçlı bir sevdiği var… Upuzun bir yolları var… Şimdi
evlatlar bir iken iki oldu… Hikâye devam ediyor…
Evlatlarınıza güvenin derim,
bırakın yollarını bulsunlar… Hatalarını yapsınlar, özellerini yaşasınlar…
Yaşamı yaşamda öğrensinler… Bir şey olmaz… Evlattır, siz engel koymadıkça yol
eve döner…
Halil Cibran’ı 17 yaşımda
okuduğumda ne anladıysam bunu hiç unutmadım oğlumu büyütürken… Kendi egolarım,
hırslarım için ondan olmak istemediği biri olmasını hiç istemedim… Onu asla
arkasında olmamakla tehdit etmedim… Kendime baktım, ülkeme baktım, dünyaya
baktım… En doğrusunu o bulsun dedim… Yanlışlar yaptım, doğrular yaptım… Kendim
kusursuz değilim ki dedim… Kimseden kusursuz olmasını beklemedim… Ama evlat
için kendi kusurlarımı olabildiğince törpüledim…
Demem o ki;
Evlat, "ben ne biçim
bir anneyim?" sorusunun hayat düsturunuz olmasıdır...
Evladın gözlerinin rengi,
sizin için yıldızların rengidir. Benim yıldızlarım kahverengi; ama o kadar
çakmak çakmak ki gözleriniz kamaşır şavkından, bakamazsınız...
Evlat var olmaktır. Evlat
yok olmaktır. Evlat hayatın manasıdır, hayatınızın mana kazanmasıdır...
Evlat, size bunları
yazdırandır.
"benim oğlum poyraz
gibi, güçlü esendir… Sürükleyip götürendir… Deniz çocukları bilir, en delikanlı rüzgârdır
poyraz... Pek sık göstermez kendini ama esti mi, herkes susar onu dinler. Denizi
çarşaf gibi dümdüz eder, dudakları kurutur, yanakları al al eder... Dağların soğuk ve nemsiz havasını
getirir çünkü uzaklardan... Lodos ‘un şımarıklığına inat çok asildir, sessiz ve
sakince çıkar ortaya sonra hemen gider, fazla ortada olmayı sevmez. Oysa o
kadar keskindir ki, demir atmış gemiler bile onun karşısında pozisyonlarını
değiştirmek zorunda kalır. Delikanlı, sert ve asildir… Sağlam “evlattır”. İzmir'li bir deli annenin oğluna verebileceği en güzel erkek ismidir... En güzel "baba" ismi de olacaktır...
Son beş gündür artık çocuk
değildir…
POYRAZ'dır... “Evlat”tır…
Bana yaşamın en güzel
hediyesidir…