25 Şubat 2016 Perşembe

"KADININ İNSAN HAKLARI"

Yazının aracılığı ile şu soruyu okuyanlara yöneltmek isterim.
Neden ?
Hukukun evrensel ilkelerini simgesi olan Themis heykeli kadındır 

Neden ?
Liberty adasında bulunan özgürlüğü temsil eden özgürlük anıtı neden kadındır.
Neden ?
Fransız devriminin simgesi olan Eugene delacroix in resminin kahramanı neden kadındır
Neden ?
İlk sendika örgütlenmeleri kadınlar tarafından başlatılmıştır
Bu örneklere onlarca demiyorum yüzlercesini ekleyebilirim... (Hakan Kılıç)

. "KADIN HAKLARI" durumu dünya üzerinde bu şekilde isimlendirmek mümkün belki ama bu ülkede bu deyişi değiştirmek lazım sanırım

"KADININ İNSAN HAKLARI" demek daha doğru sanırım...
Kadın insanı olarak "kadın ama insan" ya da "insan ama kadın" veyahut "kadın ve aynı zamanda insan" olarak görülmeye ve gösterilmeye devam edildiğimiz sürece ayrımın önüne geçemediğimiz gibi "İNSAN HAKLARI" adı altında kadın-erkek ayrımı olmadan teminat altına alındığı söylenen haklarımızı da korumamız mümkün olmayacak gibi görünüyor...

Ayrımcılık, bir toplumsal davranış bozukluğudur. Yani ayrımcı davranış bir kronik rahatsızlıktır. Eğer süre giden bir ayrım varsa ve bu ayrımdan rahatsız olduğunu dile getiren bir insan varsa, bu ayrımı yok saymak ne ayrımı, ne de o kişinin rahatsızlığını ortadan kaldıracaktır. Aksine, ayrımcılık yapanın yaptığı ayrımcılığın kavramsallaştırmasına ayrımcılık demek, ayrımcılık yapanın yaptığı ayrımcılığı meşrulaştırmak olarak işlev kazanır.

Daha da açalım:

Örneğin bir eşcinsel bir arkadaşınız var. Eşcinsel olduğunu bilmenize rağmen, onun yaşama koşulları sizi ilgilendirmediği için, ardından ona karışmak konusunda bir haddiniz olmadığına inandığınız için ona herkese nasıl davranıyorsanız öyle davranıyorsunuz. Ama;

Diyelim ki, bu arkadaşınız bir genel arkadaş toplantısında, herkes sevgililerinden bahsederken, kendisinin hemcinsi sevgilisinden bahsetti... Masada soğuk bir hava esti ve bir tiki kız "ay çok iğrençsien" diyecek filan oldu. Ya da küçümseyenler onu bir anda yok sayanlar oldu...

Arkadaşınızın morali bozuldu. Çıktınız toplantıdan ve şey dediniz "sen de abicim öyle uluorta söyleme böyle şeyleri".
İşte Kadın Hakları, Kürt sorunu, eşcinsellere yönelik şiddet, kadına yönelik cinsel istismar, taciz ve şiddet vb. bu toplumsal ayrımcılığın üzerine kurulu zaten; bu konuda rahatlama, kendini toplumun bir parçası gibi hissetme ve ikinci sınıf vatandaş yerine koyulmama koşullarını zaten ezen konumundaki kişilerin beğenisine sunmak zorunda değil hiç kimse.

Kadınların insan hakkı talepleri de, bu anlamda, kadınları ilgilendiren bir mücadele alanı gibi...

Kadınlar, insan hakları talepleri için, erkeklere durumu anlatmak zorunda değil. Ayrımcılığın söz konusu olduğu yerde, "ayrımcılığı yapan" dan bu hak talep edilemez...
Şahsen ben, heteroseksüel bir kadın, Arnavut kökenli bir Türkiyeli, görece iş sahibi bir okumuş insan olarak, bu ayrımcılık diyalektiğinin mağduru olduğuma inanıyorum. Bu belki benim "ezen" olmayı beceremememden kaynaklanıyor, belki de anarşist olduğum için ezenlerin ağzına burnuna vurmak istememden.

Sonuç olarak, evet, kadın, kadın olduğu için ayrımcılığa maruz kaldığı her yerde, kendi insan hakkına sahip olmak için örgütlenmeli, bunun psikolojik ve sosyal nedenlerini ve çözümlerini örgütlü bir şekilde üretmelidir.
Yoksa daha çok kız çocuğu taciz edilir, tecavüze uğrar, kılık kıyafeti tartışılır... Erkeklerle arkadaşlıklarının sınırı konuşulur...

Vergisini alarak "Genelev" işleten ve bunu da sokaktaki kadının erkek tarafından rahatsız edilmemesi argümanına dayandıran, camide namazda kadından cinsel anlamda tahrik olabilen, eşek, sıpa, at, tavuk, koyun, keçi, kedi, köpek, tavuk, horoz, mumya, ölü, bebek, komşunun kızı, kendi kızı, kardeşi, öğrencisi, gelini, yengesi, yolda gözüme kestirdiği, otobüste yanına oturan, hasbelkader göz göze geldiği, hata yapıp kendine gülümsemiş tüm canlılara muhteşem bedeninin olanaklarıyla zarar verebilen erkek insanını çıkardığı yasa ve kararlarla güçlendiren, ceza sistemini işletemeyen bir ülkede bunlar olur...

Siz hiç bindiği dolmuştaki şoförü kaçırıp tecavüz edip sonrada öldürüp yakan kadın hikayesi okudunuz mu...
Ama arada sırada da olsa dayanamayıp birlikte olduğu adamın cinsel organını kesen kadın hikayeleri okuyorsunuz değil mi... öldüren, yakan, vuran kadın öyküleri...

SCUM'da yani ERKEKLERİ DOĞRAMA CEMİYETİ 
MANİFESTO'sunda Valeria Solanas ablamız şöyle der...
"Erkek, tümüyle bencil, kendi içine hapsolmuş, empatiden yoksun, sevgi, dostluk, şefkat bilmez biridir. Eksik bir kadın olarak erkek, hayatını kendini tamamlamak yani kadın olmaya çalışmakla geçirir. Bunu da, sürekli kadınları arayarak, onlarla yaşayarak; kadınsılığı sömürüp, kadınlara erkeksilik yansıtarak yapmaya çalışır. Diğer bir deyişle kadınlarda penis kıskançlığı yoktur, erkeklerde vajina kıskançlığı vardır."

Sert mi? Çok mu abartılı... Sizin kızınıza tecavüz edildi mi hiç?.... Ya da babanız size tecavüz etti mi?

"gerçek bir cemaat, birbirinin bireyselliğine ve mahremiyetine saygı duyan, aynı zamanda birbirlerini zihinsel ve duygusal olarak etkileyen - birbirleriyle özgür ilişkiler içinde olan özgür ruhlar - ve ortak sonuçlara varmak için birbiriyle işbirliği yapan - türün mensupları ya da çiftler değil - bireylerden oluşur. gelenekçiler toplumun temel biriminin aile olduğunu söyler; ama temel birimin birey olduğunu söyleyen yoktur."

Kadın bir bireydir.O halde sadece biz "de" varız diyen kadınlara savaş açan erkek kafasına verilecek en güzel cevap belki de Solanas'ın sertliğidir. Bu ülkede kimsenin birbiri ile yaşamaya niyeti yok o kesin. En temelde ise bu ülkenin kadınları yaşatmaya niyeti yok.


O zaman nefsi müdafa suç değildir.

21 Şubat 2016 Pazar

BİR BEN VAR BENDEN DIŞARDA...

AĞIR PHOTOSHOP


PAZAR GÜLMECESİ…

Kendim dahil olmak üzere, profil fotoları ve dahi tüm selfieleri yaptıktan sonra ağır photoshop basan tüm ablalara gelsin bu yazı…

Özellikle akıllı telefonlardaki photoshop programlarını kullanan biri olarak bu programları hunharca kullanan bir takım arkadaşlara “durunnnn” diyesim var…

Gelişen teknoloji sayesinde paralar akıtıp yaşlanmayan ablalar ve abiler var… Birde sosyal medyada her fotoğrafı çok güzel çıkan normalde gayet normal, yaşının insanı olan insanlarda… Bazı durumlarda gerçekten çok gülesim geliyor benim…

Bir fotoğrafı netleştirmek, ışığını düzeltmek farklı efektler vererek değişik tonlamalar yaratmakta fotoğrafınızı güzelleştirip sizin görüntünüzü hoşlaştırabilir… Bu benim açımdan anlaşılabilir bir fotoğraf oynamasıdır. 

Elbette manuel makinelerle çekilip agrandizörde basılan fotoğraflardaki yalın sanatı bu dönem çekilen teknoloji harikası ve fotoğraf sanatçısı sayısında patlama yapan fotoğraflarla karıştırmıyor ve yarıştırmıyorum. Ancak hangi teknolojiyi ve makineyi kullanırsanız kullanın gördüğünüz kare, makineye hapsettiğiniz ve ölümsüzleştirdiğiniz görüntünün anlam ve içeriği sizi “sanatçı” yapabilir… Aktardığınız duygudur benim için fotoğrafın sanatı… Teknik özellik ve lenslerin ölçüleri açıkçası beni hiç ilgilendirmez… Bu tarz fazla teknik yaklaşımlar beni çok rahatsız ediyor sanırım…  

Ama şu özellikle kadınların fotoğraflarına yaptığı işkence olacak gibi değil artık…

Google Play’de yüklenebilir o kadar çok photoshop programı var ki…

Ve bende kullanıyorum… Bazı fotoğraflarımdan kendimin bile inanamadığım fotoğraflar çıktığı oluyor. Yüzüm üzerinde yaptığım çalışmaları başka bir fotoğrafta deniz ve gökyüzü üzerinde de yapıyorum. Yani ben fotoğraflarla bu teknolojinin verdiği nimetlerle oynamayı çok seviyorum.

sol en üst çekildiği hali ile fotoğrafım...

Özel bir efekt yaratarak fotoğraf üzerinde çalışmakta mümkün, sadece daha güzel ve genç görünmek adına kaşlar, kirpikler, allıklar, rujlar basan programlar kullanarak tuhaf olmakta… 

Daha genç daha ışıltılı gözükmek için gülerek bakmak çoğu zaman yeterli ama yine de photoshop yapacağım diyorsanız bu kaş göz yapan programlardan uzak durmak ya da doğru kullanmakta fayda var diyorum. Yani şahsi fikrim bu komiklikleri yapmamak tabii ki…

Profil fotoğraflarını düzelttiğim arkadaşlarım var. Yani yorgun, enerjisi düşük ve bakımsız görünmeyi kimse istemiyor fotoğraflarda elbette ama bu ayarı kaçırıp bol bol kirpikli, pespembe suratlı, ışıl ışıl ve 25 yaşında göstermek için flulaştıkça fluğlaşmak bazen pek komik oluyor…

Beni her gördüğünüzde “ay sen çok fotojeniksin” dediğinizde ben “yahu aslında fotoğraflarındaki kadar güzel görünmüyorsun” dediğinizin farkındayım… 

Ama fotojeni bir fotoğraf çeken gözüyle, aslında güzel haliyle ya da çirkin (neyse çirkinlik) haliyle fotoğraf makinesinde büyüyen görüntüdür. Orada etkileyen fotoğraftan çıkıp size dokunacak kadar gerçek olandır…


Bir fotoğrafla oynamakla, ona hunharca photoshop yaparak maskara olmak ve hiçbir oynama olmaksızın siz olmak arasında çok fark var…

Fotoğraflarımızı yüzümüze maske olarak takabilseydik insanlar bu palavrayı yerlerdi ama onlar bize baktıklarında gerçeği görüyorlar ne yazık ki…

Ve bana sorarsanız en güzel fotoğraflarım babamın objektifinden (35 Petri) ile çekilmiş ve karanlık odada basılmış siyah beyazlarımdır...






ve birde en fotoshopsuzundan ben... Bu da oğlumun objektifinden 37 yaşındaki sabah yeni uyanmış ben...


FOTOĞRAFLARLA SADECE KENDİMİZİ KANDIRDIĞIMIZI UNUTMAYALIM... 
En güzel halim hangisidir bilemem size "güzel" gelen neyse odur... Ama en güzel gelen fotoğrafım ise oğlumun çektiği fotoğrafımdır... 



12 Şubat 2016 Cuma

AŞIK OLAMAYAN KADIN...


Yazmak benim için sıkıcı ve tekrardan ibaret bilgisayar işleri arasında nefes alıp dinlenmek. Ve bu vesile ile laf sizden çıkmayacağı için, sizle dertleşmek… 

Gidip bir arkadaşıma derdimi, düşüncemi burada yazdıklarımı anlatsam nasılsa topunuz duyacaksınız. Hem de yalan, yanlış... “Midas’ın Kulakları” var neticesinde…

Yazdıklarımla ilgili aldığım güzel yorumlar olduğu gibi, “yaşlı, mutsuz, huysuz kadın” dırdırları olarak görenlerde var…

Bu da sizlerin başkalarıyla dertleşirken arkadaşlarınıza söylediklerinizden benim duyduklarım… En hızlı yayılan haber “dedikodu”dur malum…Hatta "birini bulsa da" şu işlerle bu kadar uğraşmasa diyen 2-3 üç densiz abla da varmış ortamda...

Neyse konu öncelikle “yaşlı, huysuz, mutsuz” olma haliyle ilgili. Diğer kısma bilahare gelicez... Vallahi öyle değilim desem de malum dedikodu çarkı, yani yazdıklarımdan kendi üzerine alıntı yapıp rahatsız olanlar zaten başka kulp bulacak, o nedenle fikirleriniz umurumda değil diyeyim…

Ancak şu “yaşlı, huysuz, mutsuz” haline açıklık getireyim.

1. Yaşlı olabilirim… Yani sizin nerede durduğunuza bağlı bu… Yaşamınıza dönüp baktığınızda aslan gibi bir evlat, dünya güzeli bir torunla şereflendirilmişseniz elbette belli bir yaşı geçmişsinizdir. Ama bellidir ki o yaşları boşuna geçirmemişsinizdir. Kime göre 49, bana göre hiç ince hesaba girmeden “50” yaşında olmanın bence tek sakıncası âşık olamamak… Buna aşağıda dönecem…

2. Huysuza gelince yaşımla bağlantılı olsa durum yaşlandım oldum diyecem ama ben haksızlık, kendini bilmezlik, haddini aşmak konusunda ilkokul öncesi başlamış bir tepki sendromuna sahibim… Bu bende kaşınanı kaşıma dürtüsü yaratıyor… Yani siz adam gibi davranmadıkça geçeri yok… Sizin bende karne notunuz zayıfsa demek ki…

3. Mutsuz… Ben mi? Ben üç gün arka arkaya surat asmayı bile beceremem sıkılırım bir yolunu bulur eğlenirim… Ölümden gayrısından mutsuzluk çıkaramam. Yakınım olup da Emine depresyona girdi diyecek bir kişi bulamazsınız. Beceremem girmeyi, sıkıntılıyım… İnce detay veremeyeceğim ama çok güzel mutluluk sebeplerim var yaşamda, harika bir aileyle başlayan…

Gelelim ana konuya; birini bulsam düzelir miyim sorunsalına... Bilemiyoruz çünkü aşık olamıyoruz...

Sorun... Âşık olamamak;

Yani kovaladıkça kaçan ateş böceği sorunsalı…

Geçmişte yaşananlardan ders almak, uzun süreli bol acılı ilişkilerden sonra aşkı öcü gibi görmek ve yaklaştığı hissedildiği an âşık olmaya elverişli ortamdan ve potansiyel sevgili adayından koşarak uzaklaşmak. Bir sebep aranıyorsa, muhtemelen bunlardan biri ya da birkaçıdır... Yani babaannelerde aşktan bahsedebilir. Ve hatta aşık olabilir...

Âşık olamamak;

İçi huylanmadan şeftali diyememek, yalan söyleyememek, parmağa bir defada kırmızı oje sürememek, congratulation’u doğru telafuzla söyleyememek gibi kişinin uğraşmasına rağmen olamayan bir şeydir bazen... Belli bir zaman geçtikten sonra "aşksız da yaşayabildiğime göre çok mühim birşey değilmiş" demek diye düşündüren bir hissiyattır.

Belki de; bir kere hakkıyla âşık olduktan sonra başa gelemeyen durumdur.

Âşık olamamak;

Çok kolaydır. Kendini hiç bırakmazsın olur biter. 
Sarhoş olamamak gibi. Sorun etrafıma, hiç sarhoş olduğumu gören var mı? Ne içersem içeyim kafayı bir yerde bırakmışlığım var mı? Yok...
Bunu nasıl mı yaparsın... Aklının bir köşesinde hep kaçmak için bir bahane bulundurursun. Alternatif çıkış yolları ararsın. Bir gözün hep kapıdadır. Sonuçta ilk fırsatta kendini kapının dışına atmanın bir yolunu elbette bulursun. Bu çok "Emine" bir durumdur.

Âşık olamamak;

Bence bu dünyada çok normal bir şeydir. 
Hani tıpkı bazı hastalıklar gibi bununda bir ilacı olsa... Bazı hareketsizlikten artık embesilleşmiş hormonlar yeniden harekete geçse falan. Dünya güllük gülistanlık olsa, savaşlar dursa, sefalet son bulsa... 
Etraf coni dip’lerden, kenu rivs’lerden, bırak özçıpıt'lardan geçilmese... “Hayat ne tuhaf vapurlar falan” cümleleri yerine “hayat ne tuhaf adonisler falan" denilse... 

Gökten elmalar düşse filan falan... Öyle işte... 
Yani etrafımda âşık olunacak çok adam var da ben görmüyorum sanki… Ama o saydıkların genç diyecek olursanız yazayım sadece bir teki benden küçük o saydığım adamların...Onu da beğenmeyen kadın bu dünyada günaha girer... Onu da diyeyim...

Âşık olmaya dair hatırladığım en net anım tam olarak 27 sene öncesine ait… Sonra hissettiklerimi başka bir kapsamda değerlendirebilirim. Tarafımdan en saf haliyle hissedilmiş “aşk” duygusu oydu.

Bir sabah gözlerinin sınırsız sularında,
yağmura tutulmuş yorgun bir martının çığlıklarıyla uyanacaksın"
BİLE/SEVE"

 “Hiçbir şeyin yağmurun bile öyle küçük elleri yoktu…” diyeceksin aşık olunca...

Yani bir ihtimal ben unutmuş olabilirim o duygu halini… Şimdi en güzel küçük ellerin sahibi Dila hanımcık…

İşte aşk'ta, âşık olamamak da böyle şeyler yazdırır dostlar… Yaşama değil, insanlara öfkeli yazılar benim yazılarım. Onlarla dalga geçiyorum... Aşka dair düşüncelerimin içinde bir gram öfke yoktur. Aşık olamasam da bugün, adam gibi aşık olabilitesi olan bir bünyem vardır...

Onları âşık olamadığım için değil, sizlerin kötü yüreklerini çok net görmekten duyduğum üzüntüyle yazıyorum.

Çokbilmiş birkaç ablanın arkamdan “aman âşık olsa da, huysuzluğu geçse” dedikodusunu en zarif haliyle paketleyerek buraya bırakıyorum. Dua etsinler buraya bırakıyorum… Bırakacak uygun başka yer aratmasın şartlar..

Gelelim aşık olamayan kadın olmaya;

AŞIK OLAMAYAN KADIN OLMAK...

Belki de yalan söyleyemeyen kadın olmaktır.

Belki de bütün yalanları işitmiş kadın olmaktır…

Belki de hemcinslerimin çoğunluğu gibi paraya, lükse, garanticiliğe, kolayına kaçmaya âşık olamıyor olmaktır…Biliyoruz ki  “bağzı” zavallı kadın insanları ancak arkasında bir erkek varken güçlüdür. 


Belki de bazı standartlarımın bu dünyanın çirkinlikleri, yalanları, aldatmaları ile uyuşmuyor olmasıdır…
Birde tabi adonisler ve sakallar önemli... Olmazsa olmazlarımız var elbette...

Muhtemelen… Tahminen… Vesvese ilen…  Şüphe ilen… Manen… Maddeten… Ahlaken… Sempatiken… Empatiken... buna benzer nedenlerim vardır...

Yani demem o ki “yaşlı, huysuz, mutsuz” olmanın keyfini sürmeye devam ediyorum ben… 
Ama bir âşık olursam banyo terliğiyle ağzına vurucam o birkaç kendini ve haddini bilmez ablanın…

Ne alaka derseniz “biliyorsunuz “bağzı” zavallı kadın insanı ancak arkasında bir erkek varken güçlüdür”

Sevgiye dair hissettiklerimi 14 Şubat öncesi tavlalı bir hikâye ile ifade edeyim en iyisi… Tavla oynamayı çok özlemişken...

“Geçen gün bir kız arkadaşla görüştük. Kafeye oturduk, çay falan söyledik, muhabbet ederken, âşık olamadığını anlattı. Çevresinde âşık olunacak erkek yokmuş, hep tırt, serseri, abuk sabuk birileri varmış. "Üzülme" dedim, "sorun sende değil, düzgün birileri olsaydı çevrende âşık olabilirdin, sevgilin falan olurdu, mutlu olurdunuz". "öyle ya" diyerek üzgün bir sesle onayladı.

Neyse, laf lafı açarken, çok iyi tavla oynadığını söyledi, Ben de hemen bir tavla kapıp "e hadi görelim bakalım nasıl oynuyorsun" diye çektim karşıma. Oynamaya başladık, maalesef, arkadaşım en güzel zarları atabilmesine rağmen kapıları görmüyor, kuleler dikiyor, en yapılmayacak yerde açık verip pulumu kırıyor, biraz sonra açıktaki pulunu kırıp eline verdiğimde de "olamaz ya" diye mızıldanıyordu.
Oyun beş-sıfır oldu, öfkeyle yüzüme baktı, "ne kadar şanssızım gördün mü, hep kötü zar geldi oynayamadım, iyi zar gelse ben yenmiştim" dedi. İçimi çekerek yüzüne baktım, bir şey söylemek istemedim, "Boş ver tavlayı, daha daha nasılsın" diyerek konuyu değiştirdim….

EYVALLAH…


 

 Resim; Arif Turan












11 Şubat 2016 Perşembe

HERKESLE ARAM İYİ OLSUN İNSANLARI



Tevekkülden olgunlaşmış değil hesapla donanmış insanlar…

Bunları hiç kimseyle aram kötü olmasın insanları ile karıştırmayın. Onlar çoğu zaman insanlarla ilişkilerine dikkat eden özenli insanlardır bunlar ise başka bir türdür.

Başlamadan ön not: Ben herkesle aram iyi olsun insanı değilim… Sevenim olduğu kadar direk söylediklerim ve yazdıklarım nedeniyle sevmeyenlerim var. Ama kimse de geçip karşıma doğru söylemiyorsun diyemez…

Doğru ne derseniz… Mesela insan satmamak, insanların arkasından konuşmamak, aslında olduğundan başka davranmamak… Yani bana göre değil bu “doğru”… Doğru insan olmanın genel doğrusu… Hani bütün kitapların yazdığı, kanunların belirlediği doğrular… Hırsızlık yapamazsın gibi, kimsenin özgürlüğüne giremezsin, insanları gizlice dinleyemezsin, kaydedemezsin, birilerine özel yazışmaları, konuşmaları dinletemezsin, okutamazsın gibi…

“Herkesle aram iyi olsun insan” olmak bir nevi sürü psikolojisi içinde olmaktır. Ne kadar kalabalıksak o kadar haklıyız, yanılsamasına düşmektir.

Oysa bilmezler ki bir insan hakkında fikir edinmenin en iyi yöntemi, başkalarının onun hakkında ne söylediği değil, onun başkaları hakkında ne söylediğidir. Ve aslında kimse tarafından da tınlanmayan, samimi bulunmayan insanlardır genelde…

Zamanla anlaşılır her şey...

Ne yapar bu herkesle aram iyi olsun insanlar;
-         
Zamanı gelince insanı satarlar. "kusura bakma ama çoğunluğa seni tercih edemem" derler… Ve bunu sırayla herkese yaparlar…
-         
Görüşlerinizin, hayata bakışınızın onun zıttı olduğunu bilse de, sizi zerre kadar sevmese de, yine de güler yüzlü yalakalıklarını sizden esirgemezler. Gerçek fikirlerini arkanızdan konuşurlar.
-         Sizi gördüğü yerde muhabbetle karşılar, içinden de "belli mi olur, gün gelir buna işim düşer" diye düşünürler.
-     
Ne haklıya haklısın diyebilirler, ne de haksıza haksızsın... Suya sabuna dokunmazlar. Bana dokunmayan yılan bin yaşasın derler. Ayrıca kimsenin gerçek dostu değildirler, kimseye de gerçek dost olmazlar.
-         
Bazılarının elinde, dilinde hazır düşünceler vardır. Kimseyi rahatsız etmeyecek, herkesin az çok kendini dâhil edebileceği, fikir sahibi olabileceği, bol kıkırdanabilecek bol emojili sözleri vardır…
-         
Sürekli gülümsemeye çalışmak bünyelerinde yoğun gaz yaptığından olsa gerek, aniden saçma sapan bir duruma patlayabilen insanlardır.  Beş dakika sonra gelip "aslında ben seni çok seviyorum, iletişim kopukluğu oldu bıt bıt bıt..." muhabbetine girerler…
-         
Bazıları sırayla herkese “ben aslında seni doğru buluyorum” diye telefon hatlarını boşuna meşgul ederler…
-         
Genelde cesaretsiz insanlardır. Hayata karşı tek başına kalma düşüncesi bile korkutur onları. Sürekli birileri olmalıdır yanlarında. Böyle güvende hissederler kendilerini.
-         
Bu kişilerden birine denk gelip sen neden böyle yapıyorsun arkadaş diyecek olsanız iki türü vardır ya konuşmaya girmeden kaçanı ya da konuşmada sizi bastırmak için bağıranı…
-         
Omurgasızdırlar, özgüven problemleri olduğu için kimsenin karşısında dikilmek istemezler aman düşman olmasın diye herkesin suyuna giderler. Aslında garip bir ikiyüzlülükleri vardır, melek gibi gözükürler ama kimi gerçekte sevdiklerini kimi de idare ettiklerini anlamak güçtür çünkü herkese güler yüzlü herkese yardımcı herkese içten gözükürler. İçlerindeki öfkeyi boşaltamadıkları için dedikoduyu severler.
-         
Hem saf hem üçkâğıtçı hem ucuzdur böyleleri. Önce hiçbir çirkefliğini belli etmez. Sonra kendisini sevmeyen kendisinden hazzetmeyen insanların varlığını gördüğünde çirkefleşirler.
-        
Çevresindekileri kaybetme korkusuyla bir sürü kişiliğe bürünebilen insandır. Aslında olmadıkları gibi davranır, rol yaparlar. Bir süre sonra gerçek kişiliğini, nelerden hoşlandığını, nelere güldüğünü kendileri de unuturlar. Karaktersizlik artık karakterleri olmuştur ve bunun farkındaysalar da derin bir depresyonun ta içine düşerler.


Özetle bu insanlar 3 günlük dünyanın 5 para etmeyen köşe kapmacalı oyunlarından kafasını kaldıramayan küçük hesap insanlarıdır.  Bugün olmasa bile, yarın kaybedecek olanlardır.  Ve  bunu bildikleri için bulundukları ortama çok fazla zarar verme uğraşındadırlar... Hele birden kendinden zeki ve onları kullanabilen bir öncüye denk gelirlerse ortam bırakmazlar birlikte...

Şimdi bu duruma hiç te bilimsel olamayacak ama çok da iyi gelebilecek fikrimi beyan edeyim ben;

Bunlar benim ağzının ortasına banyo terliğiyle vurmak istediğim insanlardır.

 Sonsöz;

"HERKESE KARŞI FARKLI YÜZ TAKINANLAR BİR GÜN KENDİ YÜZLERİNİ UNUTURLAR"


9 Şubat 2016 Salı

LEBLEBİ TOZU


“Islıklayıp istemeden öldürdüğüm kuşlar da vardır,
Tekmelememe rağmen ölmeyen insanlar da..."

Bazı sözleri yutmak mümkün değildir... 
Buyrun; burdan yutun..

Sokak kedisi kendini saldırgan köpeklere ve sokakta ki tehlikelere karşı koruyabilir... Bu direnci kıran tek şey ise: sevgidir... Eğer bir sokak kedisinin başını okşar ve ona şefkat gösterirseniz kedicik kendisinin koruma altında olduğunu zanneder ve sivri tırnaklarını içeri çeker... Bir gün vahşi köpeklerin azgın dişlerini gırtlağında bulması işten bile değildir... Ondandır eve alıp baktığımız kediciklerin artık sokakta yaşayamaz hale gelmesi...
Küçücük bir dokunuşta gardı düşen ve ölümcül yaralara açık hale gelen kediciklerin kaderinde kendi insani ilişkilerimizin hülasasını buluyorum sanırım...
Biz de sevginin, dostluğun şefkatine sığınıp, inanıp, güvenince en mahrem zaaflarımızı ele vermiyor muyuz? Yıllar yılı ardına saklandığımız barikatları gönüllü terk edip, tırnaklarımızı içeri çekmiyor muyuz? Sevginin, dostluğun bizi kollayacağına, sarıp sarmalayacağına dair inancımız yüzünden koruma duvarlarımızı kaldırıp, yaralarımızı açık hale getirmiyor muyuz?
Sonra... Güvenimiz en büyük zaafımıza dönüşüyor... Şefkatimiz katilimiz oluyor...
Ders almak mı? Ne münasebet! Daha son ihanetin yarası kabuk bağlamadan, yeni yaralar için aralıyoruz kalbimizin kapılarını...
Kedi yavrusundan farkımız yok sevginin karşısında...
Boynumuzda, kalbimizde pençe pençe darbe izleriyle, her sıcak dokunuşta çocukça uysallaşıp, her hayal kırıklığında "köpek gibi" pişman olarak… Her terk edişte acı çekip her dönüşte biraz daha kanayarak, kanayan yerlerimizi kediler gibi dilimizle yalayarak, "bir daha asla"larla "daima"lar arasında yalpalayarak yara bere içinde yaşıyoruz.
Belki de en iyisi kuyruğu her daim dik tutmaktır... Şefkate kanmış mefta bir ev kedisi olmaktansa, gardını almış hayatta bir sokak kedisi kalmak daha iyidir...

Neden alelade bir düzen içerisinde yaşayıp ne olduğumuzun farkında olmadan ölemiyoruz?
 Öylesi daha huzurlu değil miydi?
Peki, bunlara sebep olan ne ki?
Zaaflar…

"Kâmil insan, güçlü olan insandır! Zayıf olmadığı gibi zaafları da yoktur onun." demişti Nietzsche...

Bu zaaf ne ola ki, ne denli bir zayıflık olmalı ki, bunu bildirmeden, karşıdaki anlayabiliyor ve kuvvetli dişlerini zaaf denen incelmiş yere geçirebiliyor. Zayıflık olarak tanımlanan “zaafın” gücü anlamından mı geliyor, boyutundan mı, ağırlığından mı, yoksa egolarımızdan mı? Belki her birinden geliyor ve güçlü zaaflara sahip olmak hepsinin de zayıf olmasından besleniyor.

Zaaf benim için mahcubiyet olandır…

Ben zaafları zayıf karakterli olmak olarak algılarım…
Ve zayıf karakterli insan bir insan hakkındaki olumlu ya da olumsuz düşüncelerini o insanın yüzüne karşı değil de arkasından farklı ortamlarda üstü kapalı olarak dile getiren insandır. Hayatları boyunca zayıf karakterli olmalarını örtebilmek için rol yapan, başaramadıklarında, zayıflıkları ortaya çıktığında hemen çevresinde suçlayacak birini bulan, hayattaki hiçbir şeyden sorumlu hissetmeyen, hissettirilemeyen zayıf karakterlerinin yanında kişiliksiz olan insanlardır. Zayıf olduklarını fark ettirmemek için sürekli rol yaparlar, fakat bu rolü yaptıkları için başka insanlara kin duyarlar. Kendi dünyalarında sorun onları zayıf karakterli olması değil, çevresindeki insanların güçlü karakterli olmasıdır. Ve en büyük kinleri ve öfkeleri güçlü karakterli insanlaradır. Uğraşmamak gerekir bu tip insanlarla, kendi dünyalarına bırakıp orada kuyruğunu yakalamaya çalışan köpekler gibi dönüp durmasını izlemek gerekir.
Ve doğrudur bu zaaf yumağı, zayıf karakterli insan psikolojinin konusudur… Benim zerre kadar tedavi etme görevim yoktur.

Yani insanın gönüllü ev kedisi olduğu bir yerde zaaflarınızla çok üstüne giderseniz “sizin karaktersizliğinize olan öfkesi” sizin için çok tehlikeli olabilir…

Aslan’da bir kedi neticesinde…

Buyrun size eğlencelik leblebi tozu... yutarken konuşun birde...


8 Şubat 2016 Pazartesi

BANA DAİR...











tercihinizi yapın; 

insan kazanmak, insana yatırım yapmak yaşamı insanlarla yaşamak ... ya da...

ince işler bu insani işler...
içinde hatır var, gönül var, sevgi var, vefa var... ya da yok...


vefa'ya kafam takıldığında hep şunu düşünürüm, sürüncemeli bir mevduatın ortasındaysanız, sizin hesabınız zaten feshedilmiş demektir ki her halükarda çırpınmak manasızlaşacaktır...
aslında hatırımızdan çıkaramadıklarımızdan çok unuttuklarımız kadarız...

Yunus boşa dememiş...
"bir kez gönül yıktın ise, bu kıldığın namaz değil..." diye...

ne çok giden oldu bu yaşamdan.. ne çok biten oldu...
iş gitti, eş gitti, sevgili gitti, arkadaş gitti, evlat saydıkların gitti...
kimsenin yeri boş kalmadı... biri gittiyse biri geldi...
bir babanın yeri hiç bir şeyle dolmadı...
kimisinin yerine ise önyargılar, temkinler geldi...

yaşamak için iş nasıl devam ettiyse, geri kalanı da devam etti ...
"vefa" fantezisinin olmadığı yerde vefasızlığın da olmadığını bilmek lazım...

yeryüzünün henüz tanışmadığımız renkli ve güzel insanlarla dolu olduğunu görüp eskicilikte ısrar edip de küflenmemek lazım...

Aklıma Uğur Mumcu’nun bir köşe yazısında;

“Biz unutkan bir ulusuz. Olanları bitenleri çabuk unuturuz. Bugün yarın kanlı olaylar için yas tutarız, sonra, daha önceki olaylar gibi bu son kanlı olay da unutulur.” dediği geldi...

nitekim bu ülkenin insanları O'nu da unuttu...

ya benim unuttuklarım.../sabrımın sonudur bir anda unutuvermelerim....
yine de insanlarla kalabalıklar da yaşama inadım...
yılsonuna daha çok hesap var... ama şimdilik....

Demem o ki, hayali kurulası, ‘uyuşup’ da unutulmayası, anılası, anlatılası, paylaşılası güzelliklerin gerçek olması, yatağında çarşafının altına saklı bezelye tanesinden rahatsız olup uykusu bölünen prensesin rüyamıza girmesi ve hayra yorulması dileğiyle…

bu yazdıklarım "bana dair"


tercihizi yapın... ya iyi uykular... ya iyi haftalar...

3 Şubat 2016 Çarşamba

İTİRAZIM VAR…


Bünyem böyle… İçimde itiraz eden biri var…
Yaşamda en sık duyduğum ve en kırıldığım cümledir “Ama sen sivri dillisin”

Gece yarısı beni uykumdan eden bu cümleye dair birkaç şey yazasım var ama yazmaya başlamadan bir özlü söz yazayım önce…
Demiş ki bir büyüğümüz… “Kırdığın kalbin sahibine iyi bak yolun ona çıkacaktır bir gün”

İşim, sosyal hayatım gereği çok insan tanıyanlardanım. Ve doğrudur arada çok da huysuz olurum… Ama bazılarınızın bende var olduğunu söyledikleri “sivri dil” kendilerinin yaptıkları şeyleri başkaları gibi yalancıktan görmezden gelmiyor olmam… Arkadaş sen ne yapıyorsun diyebilmemdir.

Evimde otururken bir an yahu durun şuna bir terslik edeyim demiyorum elbette bende…

Bazen bulunduğunuz ortamlarda öyle bir şey oluyor ki; Ali Veli’ye, kırkdokuz elli’ye göz göre göre yalan söylüyor… Nasıl oluyorsa körler sağırları işine geldiği için “ay sizde ne hoş insansınız, vallahi haklısınız diye yıkıyor, yağlıyor”

Önce bir bakıyorum ben… Hayırdır diyorum kendi kendime… Ortada anlamadığım bir lisan dönüyor çünkü… İlk etapta adam sende deyip oluruna bırakıyorum… İçimden de “adam” değilmiş diyorum… Neyse artık bana göre adamlık kriterleri. Sonra bakıyorum bu sefer Veli Ali’ye aynısını yapıyor… Hop birader diyor içimden bir ses “yalan mısınız olum” diyor içimdeki bana göre doğru…

Eğer bu durum beni ilgilendirmeyen bir şey ise mesele “kişinin özel yaşamına dair bir şey ise” konuyla ilgilenmiyorum, yargılamıyorum bana çok ters gelen bir şey ise kendimi ondan uzağa konumlandırıyorum. Örneğin bana göre çeşit çeşit fahişelik var yaşamda illa bir kadının kendini parayla satması değil benim kafamda bu… Eğer bir insan çıkarları için, eş ahbap, dost satıyorsa ve bundan nemalananlar susuyorsa ortada ciddi bir falso durum vardır. Şimdi bu olduğunda ve durum “beni etkilediğinde” buraya dikkat lütfen “bu durum beni de etkilediğinde yazdım” ben; kardeşim bunu yapamazsın dediğimde neden durum yanlış değil de benim bunu söylemem yanlış oluyor biri bana bunu anlatsın… Hem de tane tane…

Çok sevdiğim dürüst, güzel kalpli insanlar tanıyorum bir kere bile sivri dilimle tanışmadılar. Beni sivri dilli buluyorsanız bir onlara sorun… Neden onlar bu yanımla tanışmamış… Birde kendinize sorun neden size duymaktan hoşlanmadığınız o şeyi söylemişim… Bu arada o şeyi ben yüzünüze söylerken muhtemelen “ay çok tatlı dilli, nasıl sevecendir” dediğiniz bazıları şu an bile arkanızdan söylüyor…
Yani ben toplumsal değer yargılarımızı doğru anlıyorsam toplum bana “aman cız” insanların arkasından konuş ama kendilerine arkadaşım bunu yapamazsın, haksızlık bu deme diyor öyle mi?
Ne hoş… Can Dündar’ı da bu sebeple hapse attıkları bir ülkede yaşadığımıza göre gün sizin gününüz…

Hayatım boyunca çok eşcinsel arkadaşım oldu benim. İçlerinde bazıları “ diğerleri alınmasınlar ama” dürüst ve doğru sözlü idi… Ama o aşamaya gelene kadar onlara diretilen “olmadığın gibi görün, topluma, arkadaşlarına, ailene hatta kendine bile yalan söyle” deresinden geçmişlerdi bugün dosdoğru kim olduklarını söyleme cesareti gösterenler. Bir çoğu ise toplumun istediği gibi görünmekle, kendilerini yaşamak arasındaki “samimiyetsizlikte” koca bir yalanla yaşamak zorunda kaldıkları için agresif, insanları sevmeyen, çok kolay yalan söyleyebilen ve dedikodu yapabilen insanlar haline gelmişlerdi… Çünkü yaşamda en büyük azap kendin gibi olmamaktır. Aslını özünü en yakınlarından bile saklamaktır hemşire…
İşte bu hemşirelerin düştüğü hataya düşmek için hiçbir sebebim yok benim yaşamda… Ben kendime dair şeyleri "kim" ne düşünür demeden söylerim. “Kim” denilen şey muhtemelen benim hayrıma bir insansa zaten insanca düşünür; iyi halimde, kötü halimde yanımda olur…

Aldatılmak denilen yalanın içinde 2-3 seneye yakın yaşamışlığım var yaşamımın bir döneminde. Hani hissedip, içten içe bilip “acaba” ile “yok canım” arasında geçirdiğiniz birkaç daraltan yıl… 

Aldatılmaktan fazla koyan kısım budur bana hep. Çünkü aslında bildiğiniz ama karşı tarafın sizin yüzünüze bir de üstelik "sen beni nasıl böyle bir şeyle suçlarsın" diye çemkirdiği, doğrunuzun, yanlışınızın şaştığı, paranoyak mıyım yoksa karşımdaki mi karaktersiz noktasında gelgit yaşadığınız zamanlardır onlar… Benim için olay “doğruyu söyle canımı ye” noktasındadır…

Yani bana doğruyu söyleyin… Bana başka, başkasına başka konuşmayın, benimle konuşurken bana evetler, haklısınlar deyip; başkasıyla konuşurken “yok abi aslında sen haklısın” diyen adam olmayın, bakın o zaman “sivri dilli” miyim, tatlı dilli miyim?
Velhasıl yaşam bir etki tepki durumu… Yani benim düşündüğümü dile getirme hakkım size sivri dillilik olarak geliyorsa bazılarınızın yalan halleri de bana doğru gelmediğindendir. Babamdan öğrendiğim şudur; “İnsanın bir duruşu olur yaşamda omurgası başkasına göre eğilip bükülmez”

Yani “Nokta kadar menfaate, virgül kadar eğilinmez”…

Bundan 20 sene kadar önce kendimde keşfettiğim bir ruhsal durumum var benim…

İLKOKUL SENDROMUM… Biraz sert ve korktuğum bir hocayla okudum ben ilkokulu, döven bir hoca değildi ama bir şekilde ruhumda derin bir tedirginlik duygusu yaratırdı… Koca kadın oldum ne zaman gece uyku uyuyamasam, işe giderken ya da yaptığım bir özel çalışma içinde kendimi sürekli ilkokuldaki o tedirgin ruh hali içinde hissetsem anlarım ki “o durum” artık bana iyi gelmiyor… Ve o alanı terk etmem lazım… Ve bu hali hissettiğimde son çıkıştan bir önceki duraktır bu benim için.

Ben çok uzun yıllardır biliyorum dostlar söylemekle, yazmakla bu düzenin değişmeyeceğini… Çok yüzlü insanların daha çok prim yaptığını… İnsanlarının birbirine söyleme cesareti olmayan şeyleri söyleyebildiğim için benden çekindiklerini ya da tehlike olarak gördüklerini… Yani bu bana yeni bir durum değil…

Yanlışa yanlış demek gerekiyor dostlar “bana ne, ne olursa olsun! Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” dediğimiz için bugün yaşadığımız ülke bu yüzsüz insanların elinde…


YANİ BENİM İTİRAZIM VAR YALAN, DOLANA… YÜZÜNE İNSAN EYLEYİP ARDINDAN KONUŞMAYA, DOĞRUYU SÖYLEMEK YERİNE ÇIKARINA UYGUN DAVRANIP İKİYÜZLÜLÜK YAPMAYA…

OLMAYA GELDİK DOSTLAR…

SON SÖZ;

”DÜNYADA GÖRMEK İSTEDİĞİN DEĞİŞİKLİK OL”


MAHATMA GANDHI